Ata bir yıldır Tuna boyunda inşaatlarda ekmeğini çıkarıyordu. Kulaktan kulağa gelen fısıltılar onun ve tüm arkadaşlarının huzurunu kaçırmıştı. Sözde Rodoplarda yaşayan türkler bulgar kökündenmiş. Devlet oralarda soyuna dönüş siyasetine başlamıştı.
Bu da kaba kuvvete dayanarak tüm silahlı güçlerine alarm emri vermişti. Bunu kabul etmeyeni ölüm bekliyordu.
Kara, kara bulutlar sarmıştı dört tarafı. Dünyanın sonu mu geliyordu?!...
Bir felaketin çöküntüleri altında mı kalacaktık?!... Tüm olaylar acaba bir mahşer belirtileri miydi?!... Sonsuz tedirginlik dört tarafa hakimdi.
Tüm soydaşlarım da, bu cevapsız kalan sorular da Ata'nın da iç dünyasını alt-üst etmişti.
Böyle bir ortamda, onun da belleği donmuştu sanki?!...
Acaba, tüm türklük dünyası, bir enkazın altında ezilip gidecek miydi?!... Kahırdan onlar fiziki insan değil, bir ruh alemine dönmüşlerdi.
Ata bu gece de sabaha kadar bunları geçiriyordu dimağından. Vatan bildikleri Rodop dağları onlara bir gömüt mü olacaktı?!... Bu soru onu da çıldırtıyordu. Yalnız onu değil, tüm kardeşlerini de izah edilmez bir fırtınanın gelmekte olduğunu seziyorlardı.
Ama elden ne gelir ki?!...
Milis onu kuzeydeki iş yerinden eve getirmişti. Sabaha kadar iç dünyası onu da allak-bullak etmişti.
Tüm ortama hakim olan fısıltılar eve geldiğinde ıspatlanmıştı. Oysa bu acı gerçek tümü için en kötü felaketti.
Milli felaket mi başlamıştı?!...
Oysa dünyalar kadar sevdiği bir Tuna güzeli onu derinden yaralamış, fethetmişti. İki genç birbirlerine ömürlerinin sonuna dek sadakatlik sözü vermişlerdi.
Onların dünyası tertemiz bir masallar alemiydi. Bir de, bu büyük sevgiyi körükleyen bir etken daha vardı; onun meleği ondan bir parça taşıyordu artık!...
Uzun uzun gece mehtaplarında Tuna nehrinin en sakin fundalıklarında sabahlara kadar bir cennet dünyasında yaşıyorlardı. Ata, sazı ile, sözü ile ve sınırsız sevgi ve sadaktliğini dile getiriyordu.
İki aşık bambaşka, tertemiz, bu kirli dünyadan çok uzaklarda, kendi cennetlerini kurmuşlardı. Fezanın sonsuz derinliklerine ulaşmayı hedefliyorlardı.
Fakat milli felaket sabahın tanında, ev kapılarının çatırtılarıyla başlamıştı.
Ata'yı ve tüm hane halkını korkular içinde ayağa kaldırdı. Bu fani dünyanın çirkefliği, çok acı gerçeği bütün çıplaklığı ile gümbür-gümbür geliyorum diyordu sanki?!...
Kıyamet kapıların kırılması ile başlamıştı.
Ata ve tüm hane halkı çıldırmışçasına, afala-afala, bön-bön, hangi bucağı tutacağını şaşırmışlardı.
Birden cennet aleminden kendilerini cehennem ateşinin dibinde bulmuşlardı. Köşe bucak bir savaş alanını andırıyordu. Aylarca korku içinde bekledikleri kıyamet başlamıştı. Vuran, tutan belli değildi.
Sabahın alacakaranlığında erkek kısmını evlerinden alıp birer çuval gibi araçlara attılar.
Söverek, sayarak acayip homurtularla geldikleri gibi gittiler. Tümü galiba afyon ve aşırı içki almıştı.
Bön-bön, vahşice bakışları medeniyet denen insanlık unsurunu iz bırakmamacasına silip götürmüştü onlardan.
Olanlar ise çöken kıyametin daha başlangıcıydı. Evde kalan kadın ve çocuklar birer ruha dönüşmüşlerdi.
Günlerce, aylarca tiril-tiril bekledikleri felaket başlamıştı.
Bir cesetten farkı olmayan erkekleri milis dairesine vardıklarında tekme ve yumruklarla koğuşlara tıkmışlardı.
Türklüğün dünyası çatır-çatır çöküyordu Doğu Rodoplarda. Aylarca korku içinde bekledikleri kıyamet kopmuştu.
Çaresiz bakışlarında: Bu muydu milli felaket?, sorusu okunuyordu. Tümünün bakışlarında büyük bir korku, telaş vardı.
Evet, onların dünyası bir enkazdan farksızdı artık. Aniden indirilen bu darbe ilk anda onları ruhen çökertmişti.
Kadın kısmı evlerde, biçare, yığılmış kalmışlardı.
Direniş gösteren erkekler ise koğuşlara tıkılmıştı.
İte-kaka evden toplanan Ata'yı ve babasını da, çok çirkin sövüp saymalarla içeri almışlardı. Orası ise bir ahırdan daha kötüydü.
Ata, ranzaya babasının yanına oturdu. Yaz olmuş olsa da içerisi serin ve çok tiksindirici bir pisliğe kokuyordu.
Oğul-baba kendi akıbetleri üzerinde derinleşmişlerdi.
Bir ara, Ata'nın gözüne, karşı duvardaki bir çivi ile oyulan yazılar ilişti. Kalkıp duvara yakınlaştı. Silik de olsa, ilkin kendince ve sonra da alçak bir sesle şu ibare döküldü ağzından: Darılmayın a dostlar,
Onarılmaz yaralar.
Otuz yaşımda mekanım
Oldu kara topraklar...'
Gözlerini çok yorsa da devamını okuyamamıştı. Harfler çok silikti. Duvarlar ise kan lekeleriyle doluydu.
Sonra o da babasının karşısındaki ranzaya ilişti. Baba-oğul kendi dünyalarına dalmışlardı. İkisi de duvardaki ibare üzerinde derinleşmişlerdi. Onları karşılarındaki yazı çeşitli yorumlara sürüklemişti.
Bir ay evvelsi komşu Ada köyünde bir genci bulgarlığı kabul etmediğinden dolayı döverek öldürmüşlerdi.
Bu vakıa kulaktan kulağa etrafa yayılmıştı. Buna benzer olaylar, son zamanlarda dalga dalga, şimşek hızı ile ortalığı kaplamıştı. İnsanlıkdışı olaylar yöre ahalisini kara kara düşündürüyordu. Miliste dövmeler, sakatlamalar, ırza geçmeler, güncel olaylar olmuştu artık. Dayak, korku ve ölüm vakıaları ortama hakimdiler. Bu vahşiliğe dayanamayan, komşu köyden otuz yaşında bir oğlan sokakta ölü bulunmuştu. O gencin ölümünden evvel bu koğuşta uzun zaman direndiği söylentisi tüm ortalığa hakim olmuştu.
Ata'yı, bu kara kara düşünceler, hepten bedbinliğe sürükledi.
O ise doğduğu bölgenin nam salmış bir bülbülüydü. Daha ufak yaşlarından beri tüm müzik aletlerini edinmişti. Hayatını da bu sanaata adamıştı.
Ortalığı celbedici, akar bir sesi vardı. Arda nehrinin suları gibi coşkun ve cazibeliydi. Rodoplar'ın bülbülü diye ün salmıştı.
Ama nerede kaldı o mutlu günler?!...
Dopdolu anlamlı anlar?...
Bölgenin sayılır ve sevilir sanatçısı olsa da şimdi sessizce bir var olma kavgasının içindeydi.
Koğuşta, tüm yaşantılarını belleğinde canlandırırken şu neticeye varmıştı: düşman çok sinsi, insalığını kaybetmiş, hunhar ve gaddardı. Alçaktı. En kutsal insanlık değerlerini ayaklar altına almıştı.
Yani kim-kimi?
Düşman ise savaşında kural tanımaz ve vahşiydi. Çok sinsi ve gaddardı.
Bunları göz önünde bulundurmalıyız, diye düşünüyordu Ata şu anda.
Bütün düşüncelerini uzun uzun baba-oğul paylaştılar.
Ve kararlarını verdiler.
Onların istediklerini kabul ettiler.
Artık başka soydandılar!...
İçleri kan ağlasa da, kükreyen volkan ateşini belli etmemeliydiler. Ortalık ise fokur fokur kaynamaya devam ediyordu.
Evlerine yeni soylarıyla döndüler sözde. Oysa dışarısı bir mahşer alanını andırıyordu.
Hava kurşun gıbı ağırdı. Gökyüzü de sanki biraz daha alçalmıştı.
Kütür kütür onları eziyordu!
Üç-beş gün sonra Ata Tuna boyuna döndü. İç dünyası, bağrını yaksa da, ortalığa sezdirmemeyi azami gayret gösteriyordu.
Onu tek ısıtan, manevi destek veren Ana'sıydı.
O, onun ilahıydı.
Zaten onun sevgisi olmasa çıldırmamak elde değildi...
Dünyalarca sevdiği kadın, koskoca cihanda tüm güzelliklerin, narinliğin, cömertliğin ve şevkatin sembolüydü.
Onsuz bir dünyada yaşanamazdı. Var olmanın da anlamı yoktu. Onunla her çeşit güzellikler tüm doğaya hakimdi sanki.
Ana'yla beraber olduğu anlar da ortalığı kavuran çirkeflerden arınıyor ve parıltıları ile muhteşem bir cennet aleminde görüyordu kendini.
Orası tertemiz, sımsıcaktı.
Tüm dünya piskilerinden arındırılmış, sevgi ve muhabbetle örülmüştü. Doyum olmuyordu bu anlara! Böyle bir aşkla, sımsıcak bir yaşantının da anlamı vardı.
Ana'nın çok geniş bir çevresi de vardı.
Zaman ise sular gibi akıp gidiyordu.
Oysa?!...
Bir gün Ata ortalıktan kaybolmuştu. Kimse de onun nerede olduğunu bilmiyordu.
İlgililer tarafından tüm araştırmalar da neticesiz kalmıştı.
Bir yıl sonra dünya baskılarına dayanamayan rejim sınırlarını dünyaya açmıştı.
Bir-iki gün içinde bu haber etrafa yayılmıştı.
Neredeydi?... Sağ mıydı, veya?!...
Günler akıp geçti, kimse bu soruların cevabını bulamamıştı.
Ana da Ata'nın ebeveynlerini bir torunla mutlu etmişti.
Uzun yıllar hayallerle yaşayan Bulgaristan halkı özgürlüğüne kavuşmuştu. Bulgaristan türkleri de sürüler halinde Türkiye'ye yönelmişti.
Ata ise bir yıl evvelsi kurtuluşu Türkiye'de bulmuştu. O akrabalarının yanına sığınmış ve işe de başlamıştı.
Güvenilir kaynaklardan doğduğu bölge ahalisinin ne zaman Türkiye'ye ulaşacağını öğrendi ve soluk-soluğa kendini Kapı Kule'de bulmuştu.
En kıymetli insanlarına bir an önce kavuşacağı için sevinçten uçuyordu adeta.
İçi, Kapı kule'de en değerli varlıklarına kavuşma ateşiyle yanıyordu.
Bütün zorbalıklardan ve ıstırablardan sonra yüce Allah onu en sevdiği insanlarla mutluluğa ulaştıracaktı.
Onlar Anavatan'a girerken kalbi duracaktı sanki. Koşarak, delirmişçesine; oğlunu, eşini ve ebeveynlerini boğarcasına kucakladı. Hepsi bir topaç olmuş, sevinçten gözyaşlarına boğulmuştular. Hasret gidermek onun da hakkıydı. Bu anda o yerinde duramıyor, göklerde uçuyordu sanki. Onun için zaman da durmuştu.
Biraz sakinleştikten sonra çok sevdiği sazını eline alıp Ana'sına dönerek şu dizelere döktü yaşantısını:
Üzülme sen meleğim
Gün gelir kavuşuruz.
Ecel ayırsa bile
Mahşerde buluşuruz!...'
Bu ithafa kendisi gibi sazı da ağlıyordu sanki.
Doğduğu topraklardan kaçan tüm kardeşleri etrafını sımsıkı kuşatmışlardı. Hasretlik ve çilelerin sonu tümünü bir deryaya sürüklemişti sanki!...
Civarında topluluğa dönerek dudaklarından şu dizeler döküldü:
Yollar, yollar, yollar!
Dağlar, beller insanla dolu...
Gözler yaşlı, takatsiz kollar...
İstikamet Anadolu...
Söner ocaklar, ağlar topraklar,
Bu nasıl bir kader yolu?!...'
Mutluluk, gözyaşı ve alkış tufanı ile Ata ve ailesi arabaya atlayıp Anadolu istikametinda yollarına revan oldular.
Bu eşsiz ölüm-kalım savaşının birinci perdesi böyle kapanmıştı.
Hayat ise seyrine devam ediyordu.