Yatak üstünde, boynu bükük durup dururken, çoklardan beri gıcırdayarak açılmayan, kapısının aralandığını sezdi. Kafasını mecalsizce kaldırıp baktı. Gelen, yabancı biriydi. Misafir ona doğru daha da yaklaştı. Feri sönük gözleriyle onu yeniden süzdü. Çıkaramadı. " Kimsin ?" , diye sormaya da sıkıldı. Yabancı biri olamazdı ?! Hep gene kimdi ? Kalkmaya davrandı, kalkamadı.
Misafir :
- Beyhan, tanıyamadın mı beni ?, dedi ve devam etti. " Tanıyamazsın
tabi. Yıllar bize birbirimizi unutturdu. Ben, Gülveren 'im. Bir zamanların sarışın saçlısı. Bana hep " Sarı saçlım ", dediğin Gülveren.
Beyhan dede alnındaki kırışıkları birkaç kere topladı, yaydı. Belleğinde bir şeyler aradığı, jetonu düşürmeğe uğraştığı belliydi. İlle karşısındaki yüzünde yılların izleri belirli olan hanımın kim olduğunu bir türlü kestiremiyordu.
Biraz daha kendini zorladıktan sonra :
- Demek sen, Gülveren'sin, benim ilk aşkım......
Karısı ansızın ölüverince Beyhan dedenin dünyası da kararıverdi. Yarım asır beraber ömür yıprattıkları, eşi Fikriye yoktu artık. Onu kara toprağın bağrına yatırmış, ulu Tanrıya emanet etmişti. Olup olacağı, dayanacağı tek bir oğlu vardı. Kara yeller onu da okyanuslar ötesine aşırmıştı. Annesinin cenazesine bile gelememişti. Ne de olsa, ölenle ölünmüyor, yaşam devam ediyordu. Günlerin geçmesiyle içindeki yanan horultu azar azar hafiflese de, an geliyor, birden yeniden horluyor, alevleniyordu. Akşam olunca sabahı beklemek, sabah olunca akşamı gözetmek pek kolay iş değildi yalnız başına. Başka da yapacağı iş yoktu. Zaten yaş seksen. Diyen de, doğru demiş : " Ne durursun be sersem ". Ne iş tutabilir ?! Ne iş başarabilir?! Kendisi kısa boylu, dolgunca, şiş göbekliydi. Karnı tok, sırtı pekti, karısının sağlığında. Birde kabalağını indirmezdi, başından yaz kış. Pipisini de dik tutardı, anten misali. İlle üç yıldan beri başına çöken üzüntü, onu çökertmiş, bitirmişti. Son zamanlarda odasında kıpırdayıp pencereden kırları, bayırı, balkanı gözetmesi bile kesilmişti. Köyünün alt tarafında Arda boyunca uzayıp giden, demirler üzerinde kayan tren düdüklerini işitecek, evinin önünden geçen yolcularla selamlaşacak, şakalaşacak hali kalmamıştı. Evi köyün en üst tarafında, ak kayaların altcağızındaydı. O koca koca ak kayalardan biri kopup yuvarlansa evini kül edip geçecekti. O iri iri süt kayalar asırlar boyu yerinden kımıldamamış, yaz gelince güneşe ayna tutmuş, kış gelince kırların beyaz örtüsüne ortak olup varlıklarını kaybetmeye çalışmışlardı. Evi kim bilir nereden getirilmiş, kara kara taşlarla örtülüydü. Ecdatının tam nereden, Anadolu'nun tam hangi bölgesinden geldiğini bilen, evinin ne zaman yapıldığını gören yoktu. Eskiden bu yörede bütün evler taş örtülüydü. Şimdi onun evi kalmıştı yalnız böyle örtüyle. Bu nedenle de gerektiğinde usta bulamıyor, bazı defa damlalar tavanı delip ona " misafir" oluyorlardı.
Hayli sonra kendine geldiğinde, bedeninde bir canlılık, içinde bir sıcaklık hissetti. Baştan ayağa yanıyordu. Yatağından zıplayıp kalktı. Odayı birkaç dolandı. Misafiri aradı gözleri. Bulamadı. Salonu ve evin öbür odalarını yokladı, kimseler yoktu. Allah ! Allah !... Ben, rüya mı gördüm, yoksa düşüncesiyle odasına döndü. Yan taraftaki sandalyenin üzerinde üstü beyaz örtülü bir şey gördü. Kaldırıp, baktı. Kapaklı, kalaylı ak pak bir tepsi. Kapağını açınca genizlerine nefis akıtma kokusu doldu. Halâ sımsıcaktılar. Kendi elleriyle yaptığı belliydi. Birini aldı, ağzına attı, yudumladı. Sevindi, çok sevindi. Bu sevinçle kendini dışarı attı. Etrafı seyretti. Ortalık günlük güneşlik, ilkyaz çiçekleri açmış, etraf kuş cıvıltısına, kuzu meleyişine gark olmuştu. Derin, derin soluk aldı. Göğsü birkaç kere kabarıp indi. " Gelir, gene gelir, beni bırakmaz ", diye bağıracağı geldi, bağıramadı, duyan olur korkusuyla. " Elbette ağlatan Mevlâm, beni yeniden güldürecek !", sevinci çöreklendi içine.