KIBLE DUVARI ÖNÜNDEKİ HAZİRE



Çarşamba, 10 Kasım 2021

KIBLE DUVARI ÖNÜNDEKİ HAZİRE
Ahmed Hasan BAHADIR

İki arkadaş ve din kardeşi olan Lütfü ile Zülfü İstanbul gezisi planlıyorlardı. Bunu gerçekleştirmek için de ılık yaz günlerini iple çekiyorlardı. Ne de olmasa sıcak yaz günleri dominant mizaçlı kış günlerine benzemiyordu. Yaz mevsimi güleç yüzüyle insanları bir başka mutlu ediyor, seyr-u sefer etmeye, ötesini berisini görmeye imkân sunuyordu.

Daha dün her ikiside bulundukları bölgelerin irfan yuvaları olan İmam-Hatip liselerinden mezun olmuşlardı. Bilâhare de sınırlar ötesinde İlâhiyât tahsili görmeye azmetmişlerdi. Derken, Lütfü Anadolu’nun bağrına, Zülfü ise Hicaz diyarına düşüvermişti. Bu iki arkadaş ilim öğrenmenin farziyetine inanarak sıladan ayrılıp yola revan olmuşlardı. Vakit gelmişti. Tam vedalaşmak üzereyken Lütfü arkadaşına dönerek:

-Beri bak Zülfü kardeşim! Bundan böyle memleketimizden ayrılıyor, ilim öğrenmek üzere farklı ülkelere gidiyoruz. Nasipten ötesi yoktur bilesin. Benim nasibimde Anadolu, seninkinde diyar-ı Hicaz varmış. Unutmayasın, sen bir evlâdı fâtihansın, aslın neslin bellidir. Gittiğin gibi gelesin, rengini değiştirmeyesin. Hedefin sırf ilim öğrenmek olsun. Hem Kur’ân dili Arapça’yı iyi öğrenesin, ancak araplardan daha fazla arap olmaya çalışmayasın sakın, dedi.

Zülfü, Lütfü’nün tam olarak ne demek istediğini kestiremedi. Ancak bunun imalı bir gönderme olduğunu da anlamıyor değildi. Aslında Lütfü, Zülfü’yü uyarırken:

-Dikkat edesin! İlim ayrı, insanların hayat telakkileri, dünyayı okuma biçimleri apayrıdır. Gideceğin beldenin yerel kültürü sana sirayet etmesin hâ, demeye getiriyordu meseleyi... Çünkü kır atın yanında duranın ya huyundan ya suyundan etkilendiğini biliyordu. Zülfü arkadaşının nasihatini dinledikten sonra biraz dalgın, biraz şaşkın:

-Bilmiyorum. Bakacağız, göreceğiz. Artık kolay kolay geriye dönmek istemiyorum. Yeni bir sayfa açma niyetindeyim. Sen de öyle yapasın, dedi. Bu arada Zülfü’nün siyah ve keskin bakışlı gözleri sürekli kımıldamaktaydı. Lütfü’nün gözlerinde ise hafif ve manalı bir tebessüm belirmişti. Karmaşık duygular yaşıyordu:

-Evet, her ikimizde dikkatli olmalıyız! Nasipse ayrı dünyalara yelken açacağız açmasına da, gönüllerimiz taraflı olana değil de, hep doğru bilgi ve alışkanlıklara aksın inşallah. Ha bu arada da geçmişimizden kopmamalıyız. Yüce Mevlâ âhır ve âkıbetimizi hayr eylesin...

Bu özlü konuşmalardan sonra Lütfü ile Zülfü uçaklara binmek üzere Havaalanının içine doğru yürüdüler. Son kez birbirlerine el salladılar. Kısa bir müddet sonra her ikisi de tercih ettikleri eğitim kurumlarının bulunduğu ülkelere vardılar. Kendilerini üç-beş yıl gibi uzun bir ilim seferberliği bekliyordu.

Lütfü Anadolu’nun tarihi bir şehrinde dirayetli hocalar eşliğinde geceli gündüzlü ilim öğrenmeye, okuyup yazmaya gayret sarf ediyordu. Bununla da kalmıyor, çağdaş dünyanın beklentilerine cevap verecek şekilde ufkunu genişletiyor, İslâmî meseleleri ruhuna uygun tevil edebilme becerilerini de kesbediyordu. Ayni şekilde toplum psikolojisi, sanat, estetik, tarih ve kültür alanlarında da birikim elde etmeye çalışıyordu. Bunların hepsi insanlarla çalışmalarında ona gerekecekti. Memleketine avdet ederken bulunacağı ortamı, toplumu, milleti iyi okuyabilen donanımlı biri olarak dönmeliydi. Bu eski tabir ile muktezâ-i hâli bilmek demekti...

Zülfü Hicaz diyarının meşhur bir şehrinde Arapça öğrenmeye başladı. Varı yoğu, bütün dünyası lügat-i arabiyye olmuştu. Her geçen günle arapçasını biraz daha ilerletti. Hatta bir ara dünyanın sadece arapçadan ibaret olduğunu düşünmeye başladı. Farklı ülkelerden gelen talebelerle de ortak bir iletişim dili vardı artık. Ayrıca doğru bilginin kaynağı buradadır, en iyisini biz biliriz deyip kendileri dışındakileri tanımayan şeyhlerle teşrik-i mesâide bulunuyordu. Hicaz âlimleri kendilerini Kaf dağında görüyorlardı. Zamanla bu hissiyât Zülfü’ye de sirayet etmişti. Ne de olmasa Arapçayı öğrendi ya, o da hocaları gibi bir an önce memleketine dönüp şeyhliğe soyunmalıydı. Ondan başka doğruyu kim bilebilir, davetçi kim olabilirdi?...

Bulunduğu muhitte ulemâ geçinenler ezberciliğe ehemmiyet verip bol rivayetler aktarıyorlardı. Zamana ve zemine göre herhangi bir meseleyi açıklama, yorumlama gibi bir dertleri yoktu. Tarih, kültür, sanat, estetik ve incelik gibi mefhumlar gündemlerinde yer almıyordu. Bunlara ihtiyaç mı vardı ki?... Diğer taraftan tasavvuf, felsefe, anlambilim, yorumbilim gibi branşları kabullenmiyorlar ve kolayca şirk damgasını yapıştırabiliyorlardı.

Zülfü böylesi bir ortamda eğitimini tamamladıktan sonra, herşeyi biliyorum havasında memleketine döndü. O artık görülmesi gereken bir şeyh idi. Anadolu’dan dönen Lütfü ise onun gözünde sıradan bir hoca... Yıllar sonra bir İstanbul gezisinde tekrar bir araya geldiler. Sıcak bir yaz günüydü. Gökte bembeyaz bulutlar, güneş ışınları, kuş sesleri, yerde ise heyecanlı bir hareketlilik... Trakya’nın pürüzsüz yolları, kır çiçekleri, mavi sular ötesini berisini gezip görmek isteyenlerin ruhunu dinlendiriyordu. Lütfü ile Zülfü yıllarca ilim öğrenmiş, farklı kültürlerden etkilenmiş, değişik çeşmelerden su içmişlerdi. İşte bir İstanbul gezisinde tarihi mekânları ziyaret çerçevesinde öğle namazı için Fatih camiine gelmişlerdi. Zülfü’nün dünyasında burası sıradan bir mescit gibiydi, velev ki Fâtih’in eseri olsun... Lütfü’nün gözünde ise bu zarif eser geçmişin ihtişamını taşıyan maneviyat yüklü bir yerdi. Zülfü cami içindeki el emeği göz nuru süslemeleri de anlamsız buluyor, hüsn-ü hatları büsbütün abartı olarak görüyordu. Sanat alıcıları kapalı, estetik boruları tıkalıydı. Yıllar içerisinde Zülfü’nün bakış açısı böyle şekillenmişti. Gözlüğünün merceği değişmişti...

Birden ihtişamlı kubbenin altında hoş bir kamet sesi yükseldi. İnsanlar mantar gibi yerlerinden kalkıp saf tutuyorlardı. Tam da namaza duracakları sırada Zülfü’nün gözü kıble duvarı önündeki hazireye takıldı. Camdan kavuklu mezar taşları yükseliyordu. Hem de kıble istikametinde... Anlam veremedi, bozuldu. Bu da yetmezmiş gibi İstanbul’u fetheden şanlı komutanın türbesi de bu kısımdaydı. Olacak şey değil, bu düpedüz bir şirktir, dedi. Zülfü’nün yersiz şaşkınlığını gören Lütfü ise:

-Bak kardeşim, saplantılarına kapılmayasın! Bizim ecdadımız ne yaptığını çok iyi bilen bir milletti. Onların zarif ve hassas dünyası senin taktığın gözlükle okunamaz. Bakıyorsun, fakat yanlış görüyorsun. Devlet-i aliyye kıtalar aşmış büyük bir medeniyetti. İlim ve fende zirve yaptıkları gibi, mimari, sanat ve estetikte de büyümüşlerdi. Yaptıkları her işte bir hikmet bulunurdu. Elbette gözüne ilişen mezar taşlarında da bir hikmet vardır. Öyle ya... Hem sen Hicaz’da okudun! Rasûlüllah (s.a.v)’in; “Namaz kıldığında son namazmış gibi kıl” hadis-i şerifini duymadın mı?

-İşte kıble yönünde gördüğün o mezar taşları bu hadisi hatırlaman içindir. Namazda dahi olsan bu gerçeği unutmamandır. Ölüm var, ey Allah’ın kulu! demektir. Ne kadar ince bir düşünce değil mi? Bunun gibi daha pek çok hikmetli şeyler var bilesin! Amma velâkin onları fehmetmek için iz’ân ve idrak-i meâlî gerek, ahkâmla birlikte ahvâl-âdâb bilmek lâzım gelir. Bugün bunu öğrenmiş oldun kardeşim... Bundan böyle bileceksin ve anlamadığın şeylere düşman kesilmeyeceksin hâ...

-Zülfü bu açıklamadan sonra şaştı da kaldı... ve başını sallayarak hmm... hmm demekten başka çaresi kalmadı.

Ahmed Hasan BAHADIR

YAZARIN DİĞER YAZILARI