ŞEHİT BEBEK
Öykü
Beni sırtına bağlayarak, kimliğimizi koruma direnişine çıktığın o kış günkü gibi hâlâ suçsuz, günahsızım. Seni ben, beni sen yapmak, yaşananları sorgulamak, bana çok şey kazandırdı. Duygudaşlığın benliğimde olmadığı, seni eleştirdiğim günler geride kaldı.
Seni gülerken görmek beni rahatsız ederdi. Gülmeye, sevinçlenmeye hakkın olmadığı görüşündeydim. Sürgit somurtacak, hıçkıracak, ağlayacaktın. Üzülmek, kendini yemek, bitirmek senin yazgındı. Neşelendiğinde yaşamının en büyük günahını işlediğini sanırdım. Ayrıca kardeşlerime gösterdiğin sevecenliği, sevgiyi de çekemezdim. Açıkçası, seni onlardan kıskanırdım. Anımsamamaların,' unutmaların' beni içten yıkardı. Sizden ayrı, başka bir yerde (belki başka bir gezegende) olsam bile beni unutamazdın, unutmamalıydın. Gerektiğinde yeğlemeni benden taraf koymalıydın. Çünkü bizim olan o topraklarda yaşayan halkımızın söylenceleştirdiği bir bebektim ben. Özellikle orada bırakılmamı asla bağışlayamıyordum. Çocuklar anneleri gibi değildir. Acılarını yüreğine gömmezler, yeri geldiğinde pat diye onu yüzlerine vururlar. Hani, her yıl sonunda düzenlenen beni anma etkinliklerinde döktüğün gözyaşları var ya onları yapmacık bulurdum. İsteksiz, ellerden utandığın için geldiğini düşünürdüm. Neden dersen, etkinlikler dışında, beni ziyaret etme amacı ile geldiğin hiç yoktu.
Kendimi senin yerine koymak, tavır, düşünce, yargı biçimimi değiştirdi. Senin yerine duymak, düşünmek, yararlı bir işmiş. "Hayat devam ediyor. Ölenle ölünmez," söylemlerini de bunlara ekleyince, davranışların geçerlilik, hak ve anlam kazanıyor, anlaşılır konuma geliyor.
Şu an ben, senim işte!
Olan olduktan, köprülerin altından çok sular aktıktan, eski çamlar bardak olduktan sonra saçımı başımı yolmayı, kendimi yiyip bitirmeyi sürdürsem, neye yarar? Bakmakla yükümlü olduğum ailem var; ülke değiştirme kaynaklı, başta geçim derdi, yığınla çözümlü, çözümsüz dertlerim. Salt bizim bura insanına özgü, canını dişine takıp, geceyi gündüze katarak özverili çalışma sayesinde birazını çözümleyince, elbette senin gibi azıcık gülmeye hak kazandığıma kendimi inandırmaya kalkardım. Evet, onca üzünç içinde kıvranırken, inim inim inlerlerken, seni düşünmeye vaktim olmazdı. Yine senin gibi, daha çocukluğuna erişmemiş bebeğini başka bir diyarın toprağı altında bırakır, çile, yıkım demek olan göç serüvenine kendimi atardım. Çünkü benim olduğu tartışmasız bir memlekette canıma varıncaya dek her şey elimden alınmıştı. Şu kendini başkasının yerine koyma, adına empati denilen duygu ne güzel şey! İnsana kendini, daha doğrusu insanlığını bulduruyor. O empati ile, anma etkinliklerinde akıttığın gözyaşlarının yapmacık değil gerçek olduğunu anlamış oldum. Ayrıca, gözlerinin derinliklerinden değil de yüreğinin ince yerinde yuvalanan evlat sevgisinden geldiğini de öğrendim. Ben de o kahredici soğuk kış günü bebeğimi sırtıma değil, kucağıma almadığıma, bir yasak aşk ürünü, ruhu, bilinci, şoven komünizm ideolojisiyle yıkınmış, öldürmekten haz alan bir insan canavarının sıktığı kurşuna kendimi hedef yaparak yavrumu kurtaramadığıma yandım. Ne ki ben yine de kendimi şanslı hissediyorum. Daha on altı aylık iken kendimi feda ederek senin yaşamını kurtarabildim. Anneler uğruna ölünecek insanlardır. Belki onların emeği ancak böyle ödenir.
Sana ilişkin tüm yaklaşım ve oluşumlara olumlu tarafından bakıyorum artık. Bu empati, düşünme yetimde sanki devrim yarattı. Ruhsal evrenine özgü yargılarım değişti. "Keşke Türkân da burada olsaydı," diye duygusallaşıp içselleşerek, hayıflandığın anların çok olduğu kanısındayım. Özellikle bayramları buruk acı içinde geçirdiğini, ağabeyimin çocukları etrafında cıvıldaşırken, benim yokluğum yüreğinde kabuk tutmuş yarayı deştiğini, tuz bastığını, özlemle iç geçirerek, bakışlarının gizlice beni aradığını biliyorum. Olur ya belki hâlâ bebeğimdir senin gözünde. Sanırım öyleyimdir, öyle de kalacağım. Burada insanlar büyümez, yaşlanmaz. Oldukları gibi kalırlar. Anlaşılan en küçüklerinden olduğum için sevilir, neredeyse el üstünde tutulurum.
Gelip buraları bir görsen, yemin ederim, bayılırsın.
Baharın okşayıcı, büyülü elini yeryüzünün çehresinde dolaştırarak, en ince hünerini döktüğü mayıs ayını düşün. Sizin oranın görkemi bizim buranınkinin yanında sıradan kalır. Filim sahneleri gibi her şey apansız değişiverir. Bir bakıyorsun ortalık yeşillikten kudurmuş. Sonra ala, mora, bir sürü başka renge kesmiş. Mevsim değişmesi, sıcağı, soğuğu yok. Gereksinimini duyduğun her şey anında şıp diye damlayıveriyor. Diyelim ki terledin. Hemen serince bir yel esmeye başlıyor püfür püfür. Gecesi gündüzü belli değil. Bakmışsın ortalık kararmış. Derken tan söker gibi çevren ağarmaya başlıyor. Göz açıp kapayana dek dünya aydınlanıveriyor. Yeşilliğin bitmediği gibi çiçekler de burada bitimsiz. Solar, geçer gibi yapıp, bütün gücü ile alabildiğine yeniden açıyorlar. Ağaçların dalları pıtrak gibi meyvelerin ağırlığından yere eğilmiş. Git kopar, afiyetle ye. Derelerin şırıltısı bestelenmiş birer şarkı gibidir. Gönlüne akmakla kalmaz, oradaki duyarlı telleri de inletir. Burada göreceğin her şey beğenilen bütün nitelikleri taşıyor. O yüzden inanılmaz güzel. Neden mi? Çünkü burası cennet anne!
Sizin yaş hesaplamanıza göre otuz üç yaşındayım.
Kaldı ki bizde takvim olmadığından, daha bir bebeğim. "Büyümez ölü çocuklar." Sana mı benzerdim hayatta olsaydım, babama mı çok merak ediyorum. Sanırım, adımı verdiğiniz kız kardeşim gibi ikinizin karışımı bir şey olurdum. Oysa sana benzemeyi isterdim. Gençliğinde mıknatıs gibi bakışları üzerine çeken, gözalıcı bir kızmışsın. Göçmenliğin tüm yıpratıcı, ağır koşullarını yaşadığın halde yine de albeninin azıcığını olsun koruyabilmişsin.
Türkiye'deki evinizden daha çok, memleketteki evimizi ziyaret ediyorum.
Her gidişimde duygularımın işitme taşlarını patlatan güçlü bir ıssızlık, ruhumu oyuyor. Babam gurbette çürüye çürüye üç odalı, sevimli bir ev yapmıştı. Ne var ki rahatını edemeden onu bırakmak zorunda kaldınız. Gerçi, köyde tüm evlerin kaderi bizimkinin aynı. Terk edilmişler, yıkılmakla karşı karşıyalar. Sakinleri ya anayurda sığınmış ya da iş bulmak için dünyanın dört bucağına savrulmuşlar. Bizim ev diğerlerinden daha şanslı; babamın elinden geldiğinden, bakımı yapılmış. Yılda bir kez de olsa gelip memleket özlemini gideriyor, baba ocağının sıcaklığı ile üşüyen duygularınızı ısıtıyorsunuz. Yaşadığınız ülkeden getirdiğiniz mobilyalarla dayadınız döşediniz ya odaları, bunların hiçbirini gözüm görmüyor. "Bana seni gerek seni!" Çokluk beşiğimi salladığın odaya girip ıssızlığa, benim için söylediğin ninnileri dinletmesi için yalvarıyorum. Yazık, ıssızlık işitme engelli, sonra bunamış da. Şaşırtacak denli koygun ninnilerin birini anımsamıyor. Eşyalarda ellerinin bıraktığı sıcaklığı arayarak gözleri yaşlı duygularımı avutuyorum. Ve evle birlikte gözlerimizi uzaklara dikerek yolunu gözlüyoruz. Bu gurbet, bu özlem ne zaman bitecek anne?
Ocak, 2016, İstanbul