Bulgaristan Türklerine, yıllardan beri sinsice uygulanan asimilasyon politikaları, insan haklarını ihlaller, baskılar 1984 yılında açığa çıkmış ve doruk noktasına ulaşmıştı. Bu ülkede birilerinin bu gidişin durdurulması için bir şeyler yapması gerekiyordu. Bulgaristan'da yönetime karşı başkaldırmanın nelere sebep olabileceği de tüm Bulgaristan halkı tarafından biliniyordu. Devlet tarafından gelecek olan her türlü kötülükleri göze alarak, 21.12.1984 Cuma günü köy meydanında toplanmış olan köydeşlerime konu üzerinde düşündüklerimi anlatmayı önemli bir fırsat olduğunu düşündüm.
Dörder beşer kişi guruplar halinde bir araya gelmiş, herkes birbirileriyle bir şeyler konuşuyordu. Hangi gurubun yanına gidip kulak misafiri olmayı istesem konuşulanlar; Bulgar yöneticileri ve onların milisleri tarafından Türk köylerine yapılan baskınlar ve köy halkına uygulanan insanlık dışı şiddet, işkence ve akılalmaz baskı...
Konuşuyorlar fakat herkes birbirinden çekiniyor. Hangi gurubun yanına yaklaşsam orada hemen bir sessizlik egemen oluveriyordu. Anlaşılan devletin öğretmeni olduğumdan dolayı benden de çekiniliyordu. İnsanlarımızın içine sinmiş bir devlet korkusu milis korkusu vardı.
Bir gurup vardı. Oldukça kalabalık görünüyordu. Bu gurubun arasına girdiğimde başka guruplarda olduğu gibi yine bir sessizlik meydana geldi. Bu sessizliği bozmak bana düşüyordu. Biraz laf ettikten sonra, çevremizde bulunan Rusalsko (Hotaşlı) Lübenovo (Ürpek) Kitnitsa (Yatacık) bu köylerden önce Komuniga (Kuşallar) Trimogili (Üçtepe) Paniçkovo (Çanakçı) köylerine gece saatlerinde düzenlenen baskınlar, köy halkına atılan dayak, uygulanan akıla sığmayacak şiddeti konuştuk. Guruptan Mustafa Rasimof: "Sıra bizde" dedi. "Benim ailem ve komşularım geceleri köyümüzün yakınındaki ormanda Değirmenderesi'nde gizlenerek sabahlıyor. Yaşlılarımız ve çocuklarımız perişan, havalar soğuk, kar yağıyor, yerler buz ve buz üstünde kar yığınları, göz yummadan sabahlar oluyor. Ne olursa olsun Türk adlarımızın Bulgar adları ile değiştirilmesine rıza göstermeyeceğiz" dedi. (Bu çile tüm köy halkının çilesiydi.)
Konuşanları dikkatle dinledikten sonra, bu işin kaçmakla göçmekle olmayacağını söylerken, biri hemen sözümü kesti ve ekledi: " Ne yapabiliriz ki, silahımız yok, tüfeğimiz yok. Bizlere bu mezalimi yapan devletin silahı da var, tankı da, ordusu da." Ben konuşmaya devam ettim: "Silahla bıçakla değil, demokratik yollardan adımızı, dilimizi, dinimizi ve tüm haklarımızı savunacağız." Tabi ki: "Nasıl?" sorusu hep bir ağızdan geliverdi. "Pazartesi 24.12.1984 günü bu meydanda tüm köy halkı toplanacağız ve buradan yerleşim merkezi olan Mleçino (Sütkesiği) Belediyesi Parti Komitesine yürüyeceğiz. Biz bu topraklarda 600 yıl Müslüman-Türk olarak varız, Müslüman-Türk olarak da kalmak istiyoruz ve kalacağız, diye Parti ve Devlet yöneticilerine tepkimizi göstereceğiz." Sanırım ilk Sevinç Niyazief idi: "Buna ben varım!" Herkes bir ağızdan "Olur!" deyince kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda bütün o küçük küçük guruplar etrafıma toplanmıştı.
Pazartesiye tam iki gün vardı. O iki gün nasıl geçti, bir ben biliyorum. Orada konuştuklarım Jifkof yönetimine göre ağır suç teşkil ediyordu. Her dakika polis tarafından ellerim kelepçelenip tutuklanma korkusuyla yaşadım. Tutuklanırsam eylem yapılmayabilirdi. 23.12.84 Pazar günü akşam saat 16 sularında kardeşim Salih geldi ve dedi ki: "Bu dava uğrunda benim arkadaşlarım Sabri Ramdanof (Kalaycı) Fahri Rufadof (Patriot) Salih Ahmedof (Karef) Rıfat Ahmedof (Dikme) canlarını feda etmeye hazırlar" deyince sevindim. Ancak aynı anda telaşa da kapıldım; çünkü bu ülkede bu genç kahramanların başlarına ne gibi kötülükler gelebileceğini tahmin edebiliyordum.
Yukarda bahis konusu olan gençler saat 17'de köy kahvesine girdiler. Önce kahvede oynayanların dikkatini çektiler, ortaya bir kâğıt, bir de kalem attılar. "Türklük davasında ben de varım diyenler imzalasın!" dediler. Salih Ahmedof o kâğıdı aldı ve yırtıp attı. "Bu kâğıt yarın polisin elinde delil olur" dedi. Neyin nasıl yapılacağı konuşulduktan sonra dışarıda havanın çok kötü olmasına rağmen -bora esiyor ve tipi nefes kesiyordu, kahvede bulunan Sabri Ramadanof, Rıfat Ahmedof,Salih Ahmedof Fahrı Rıfadof, Aynur Ömerof (öğretmen) Feyzi Mümünof(Brigadir), Duran Hüseyinof, Recep Akifof, Salih Çolakof kalktılar, Gorno-Prahovo (Tosçalı) ve çevresindeki köyleri; Hallar köyü başta olmakla beraber dolaşmaya başladılar, Hallar'dan Rıfat Yağcı Fehim ve diğer cesur gençler onlara katılarak, Amatlar, Karamustallar, Çıraklar Dedeler Yusufpaşalar köylerini ev-ev dolaştılar ve hane halklarını 24/12/ 1984 tarihinde yapılacak olan "Türk adlarımızı değiştirmeyin, 600 sene bu topraklarda Türk olarak yaşadık. Biz sonsuza kadar Türk olarak da kalacağız!" yürüyüşüne ve mitingine katılmaya davet ettiler.
24.12.1984 sabahı saat 07 sularında, köyümüzden ve çevre köylerden gelen insanlar Tosçalı köy meydanını hınca hınç doldurmuştu. Kalabalıkta " Bize önderlik edecek birileri yok mu?" diye sitem dolu sesler duyuluyordu. "Siz yürüyün, Mleçino köy meydanında buluşacağız" dedim ve oradan ayrılarak okula çıktım. Ders yapmaya gelen Türk kökenli öğretmen meslektaşlarımı da davet ettim. Biri hariç tüm arkadaşlar yola çıktık. Yolda giderken köy muhtarını da davet edelim dedik. Muhtarlığa ben girdim. İçeri girdiğimde Hallar(Başevo) köyü muhtarı, Amatlar(Dolno Prahovo) köyü muhtarı ile Tosçalı(Gorno Prahovo) Okul Müdürü de oradaydı. Pencereden yol boyu Mleçino'ya yürüyen kalabalığı seyrediyorlar ve gözlerinden yaşlar akıyordu. Beni yanlarında görünce biraz tuhaf oldular. "Şu, yollara dökülmüş kalabalığa önderlik etmeyelim mi?" diye sordum. Aralarından biri sert bir tavırla, "Sen etsene!" diye beni tersledi ve ben oradan çıktım. Dışarıda bekleyen öğretmenlerden iki kişi kalmıştı; Aynur Ömerof ile Mümün Kadirof, diğerleri dönmüştü.
24.12.1984 sabahı yürüyüşe katılım o kadar fazlaydı ki, herkes evine kilit vurmuş, 80-90 yaşlarında ihtiyar, kadın ve erkekler ellerinde bastonla, gelinler kucaklarında bebekleriyle, sanki havanın muhalefetine de isyan edercesine yollara dökülmüşlerdi. En doğal ve demokratik hakkımız olan bu mitingi, Mleçino'da Bulgar polisi ve güvenlik kuvvetleri ellerinde ağır silahlar ve tanklarla bastılar. Halkı zorbalıkla dağıttılar. Bu arada Sütkesik'li Fetiye ablanın sözleri de anlamlıydı: "A be gülücüklerim nereye kaçıyorsunuz? Sizce bundan daha büyük ölüm var mı? Biz bu ülke için gecemizi gündüzümüze katıp, bir yerine on verdik, on yerine yüz verdik yine de yaranamadık. Günün yirmi dört saatinde dört saat uyku bile uyumadık. Ömrümüzü tütün tarlalarında geçirdik. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan köleliği günümüzde biz bu ülkede yaşamaktayız. Bu yetmiyormuş gibi sahiplerimiz adımızı, dilimizi, dinimizi, benliğimizi almak için ellerindeki silahlar yetmiyormuş gibi tanklarıyla geldiler"
Birçok kişi tutuklanıp gözaltına alındı. Birçoğu da dayaktan geçirildi. Geride kalan halkı da asker ve polisin silahları önünde evlerine kadar götürdüler.
Bu olayla Tosçalı (Gorno Prahovo) köyü ve yukarıda bahsi edilen köylerin halkı Bulgaristan tarihinde yeni bir sayfa açtı. Bu olay Bulgaristan Türkünün Bulgar devleti yöneticileri tarafından uygulanan baskılara daha fazla tahammülünün kalmadığına dair büyük bir uyarıydı. Halkın göstermiş olduğu kahramanlık gerçekten de övgüye değer, uğruna efsaneler yazılacak bir olaydır. Bu bir ilk kıvılcımdı. Bu kıvılcım büyük bir ateşe dönüşecek, tüm Bulgaristan'ı saracaktı ve zamanla sardı da.
Daha ertesi günü konuyla ilgili protesto gösterileri Benkovski köyü, Cebel kasabası Mestanlı ilçesinde başlamıştı ve kan gövdeyi götürüyordu. Olaylar dünya kamuoyunun gündeminde yer almaya başladı. Jifkov iktidarı şaşkınlık içerisinde ne yapacağını bilmiyordu. Ülkenin birçok yerinde temerküz kampları (ölüm kampları) açıldı. Sorgusuz- sualsiz, Jifkof yönetiminin yanında yer almayan Türk aydınları bu kamplarda toplanıyor ve görülmedik işkencelere maruz kalıyordu. Bu kamplardan biri de, yapılan işkence ve ölenleriyle, meşhur olan Belene Kampı'ydı. Söz konusu kampta işkenceye maruz kalanlardan birisi de bendeniz Öğretmen Mümün Mahmudov Çolakov ve diğer dava arkadaşlarım Rıfat Mehmedov, Sabri Ramadanov, Recep Hakifov, Duran Hüseyinov, Karamustallar'dan Âdem, Yakup ve Tahsin kardeşler, Hallar'dan Fehim ve Sütkesiği'nden İlyas.
Yalnız köyümüzde değil, Bulgaristan'da Türklerin meskûn olduğu her yerde sıkıyönetim uygulanıyordu. Devlet tarafından provokasyonlar yapılıyor, yani yangınlar çıkartılıyordu. Bunu bahane ederek köy halkına tonlarca dayak atılıyordu. Köyümüzde Bulgar polisinin kooperatif samanlığını kundakladığına Fahri Hasanov Muslu şahittir. Samanlığı polisin kundakladığını söylediği zaman işkence görmüştür, dayak yemiştir.
Köy meydanında ve sokaklarda polislerin haricinde köyümüzün öğretmenleri ve memuriyette görev alanları da vardiya geziyor. Birinin ağzından tek Türkçe kelime duyduklarında makbuz ellerinde 5 leva ceza yazıyorlar, eğer iki kelime duyarlarsa 10 leva ceza ve bu böyle katlanıp gidiyordu.
Köyümüzden Haziran 1989 yılında yukarda adları geçen, Belene ve Bobovdol kampı sürgünleri aileleriyle birliktesınır dışı edildiler. Sonra ülke çapında protesto gösterileri büyüdü, Todor Jifkov yönetimi çaresiz kaldı. "Ülkemde Türk asıllı vatandaş yok!" diye dünya kamuoyuna resmen yalan söyleyen Jifkov ve yandaşları, tüm Türk asıllı Bulgaristan vatandaşlarına turist pasaportu vermek zorunda kalıyorlar ve turizm adı altında Bulgaristan Türklerinin Büyük Göçü başlıyor. Bulgaristan ekonomisi çöküyor. Köyümüz de bundan nasibini alıyor. Nüfusumuz 2000'nin üzerinde iken 600 küsurlara geriliyor. Köyümüzde bir tek tekstil fabrikası "Arhida"30-35 çalışanıyla kalıyor.