Bir Yol Hikâyesi



Salı, 30 Ekim 2018

Bir Yol Hikâyesi"Okursanız, ceketimi satar gene okuturum!" sözü çocuklarını okutmak isteyen ebeveynin yeminidir bizim oralarda. Babamdan da defalarca işitmişimdir. Aynı duygularla mı desem yoksa bir öğretmen olarak, çocuğumun işçi olmasına razı olmadığımdan mı, ben de okutmak istedim yavrumu. Oğlumu iyi bir insan olarak yetiştirmek istediğimden, iyi bir Müslüman olmasını öğütlüyorum.

Buna binaen onu İstanbul Kartal İmam-Hatip Lisesine yazdırdım. İşim icabı Avusturya`ya dönünce kaydını alıp Konya'ya gelmiş. Duyunca öfkelendim. Bu zamanda dini okullarda okuyanları fişliyorlar, üniversiteye almıyorlar, mezun olsan bile görev de vermiyorlar diyerek mazeret bildirdi. Şimdi kardeşimin yanında ikamet edip okuyor.

Hanım; yavrusundan yeni ayrılmış koyun misali, adeta meliyor. Nihayet dayanamayıp yılbaşı tatilimizi Türkiye'de geçirmeye ve ucuza kapatmak iştahıyla de arabamızla gitmeye karar veriyoruz. Komşumuz kışın araba ile yapılacak yolculuğun tehlikelerini anlatıyor. Bense kendime güveniyorum. Meclislerde anlatılan onca hırsızlık, soygun ve macera dolu hikâyelere rağmen, kendi başıma yaptığım seyahatlerden olsa gerek cesurane tavrıma güveniyorum.

Mübarek bir Ramazan günü sahurdan sonra hazırlıklarımızı bitirip yola koyulduk. Vize ile uğraşmayalım diye Macaristan-Romanya-Bulgaristan hattından gideceğiz. Aralık ayındayız, yollar açık. Olabildiğince hızlı gidiyorum. Bir çırpıda Macaristan'ı geçtik. Yol üzerinde tırların mola verdiği bir Türk lokantasında namaz kılmak için durakladığımda, yoldan gelenlere yolun durumunu sordum. Cevap ürkütücüydü. Kar çok, kaza boldu. Romanya topraklarında sis çok yoğundu. İtidalli hareket ederek akşamın olduğu noktada iftarımızı ettik. Yavaş da olsa devam ediyorduk. Nihayet karlı dağları aşmaya sıra geldi. Yürek çırpıntısıyla adım adım ilerliyoruz, zincirler var ama takılı değil! Sonunda dağlar bitti. Anlaşılıyor ki Tuna nehrinin geçtiği vadilerde ilerliyoruz. Yollar sanki kıvrılıyor, uzuyor bir yumak ip gibi. Bense sarıyorum tüketmek için. Yollarda kış ve soğuk olduğundan bizden rüşvet isteyecek, yarım yamalak Türkçeyle yanlış yaptın diyecek polisler görünmüyor.

Romanya da bitiyor akşam saat 10.00 sularında. Limanı bulamıyoruz, Calafat'tayız kasabadayız ve önümüzde kalabalık insan grupları, bir öbek de polis. Duruyoruz, limanı soruyoruz sevinç ve ümitle. Beklenmedik anda av yakalama telaşıyla memur sorgu-suale başlıyor. Paçamızı kurtarıp soluğu limanda alıyoruz. Gümrük işlemlerimizi bitirip son araba gemisine yetişmeyi düşünüyoruz, ama ne mümkün? Görevliler para üstüne para istiyor, biz ucuza kurtulmayı hesaplıyoruz. İşlemlerimizi bitirdiğimizde saat 12.00 gemi yok, başka araç yok. Çaresiz sabahı bekleyeceğiz. Kontağı kapatıp uyumayı deniyorum... anında sızmışım yorgunluktan. Sabah 7.00´den beri direksiyon sallıyorum, olacak o kadar.

Geceleri dondurucu soğuk... ara-sıra arabayı çalıştırıyorum, ısınıyoruz. Sabah gemi yanaştığında ilk binen biziz. Tuna'yı geçip Bulgar tarafında da işlemlerimizi bitirdik, buraya Vidin diyorlar. Arabalarımıza yaklaşan ve Türkçe konuşarak sigara satmaya çalışanlar yerli Türkler. Anlaşılan civarda çok Türk köyleri var. Çok geçmeden camileri, minareleri yanmış yıkılmış köyleri geçiyoruz hızla. Gayet yavaş giden Bulgar otomobillerini ve tırları fütursuzca delifişek gibi solluyorum. Geçtiğim her arabanın şoförü kafa sallayıp acayip acayip bana bakıyorlar. Ben aldırmayıp içerdeki sıcak havanın çalan müziğin ritmine uyup basıyorum gaza.

Ön koltukta büyük kızım oturuyor, arkada ise hanım ve mırıldanmaktan yorgun düşmüş küçük kızım uyuyorlar. Önümdeki iki uzun tırı sollamaya çalışıyorum. İkinci tırı geçmek üzereydim ki tatlı bir viraja yaklaştık. İlerisini göremiyorum, devam tehlikeli, yolda hafif kar var. Frenlesem kayacağımı sanıyorum. Riske girmektense köye doğru ilerleyip hızımı düşürünce geri dönerim diye düşünüyorum bir an. Fakat oda ne? Araba yoldan çıktı, kumanda edemiyorum. Kayıp yaklaşık beş metrelik şarampole, karların içine çakılıyoruz. Burnunun üstüne dikilip yan yatan arabanın arka camı patladı. Hanım ve ebru ağlaşarak arka camdan çıktılar. Biz öndekiler ise olgunlaşmış bir armut gibi sallanıyorduk. Fatma ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu. Kaymaya başladığımda uyanmıştı uykusundan henüz. Baba baba ne yapıyorsun! diye ağlıyordu. Araba yan dururken teyp hala şarkı söylüyor araba ise çalışmaya devam ediyordu. Teybi kapattım kontağı da ..üstte kalan kapıyı açtım ve çıktık. Herkes ağlıyor ben teselli etmeye çalışıyordum. Acıyan yeri olup olmadığını kontrol ettikten sonra yardım istemek üzere yola tırmandım. Hele şükür bizim uçtuğumuzu gören köylüler bize doğru geliyorlardı. Köylülerle arabayı düzelttik. Patlayan ön lastiği değiştirdim. Kontağı çevirdim fakat çalışmadı araba. Traktör çağırdılar, çektirdiler yine çalışmadı. Orada bulunan bir tamirciye koyduk adam anlamam dedi işaretlerle. Her yer kar, buz, dondurucu soğuk. Ne yapacağımı şaşırdım. Tamirhanedeki bayan çocuklara acımış olacak ki ara sıra odun getirip sobayı ateşliyor, bize güler yüz gösteriyordu.

Ara sıra dışarı çıkıp arabanın kontağını çevirip çalışmasını istiyordum Allah´tan. Eğer çalışsaydı patlayan arka cama bir naylon yapıştırıp Türkiye'ye kadar gidebilmeyi umuyordum. Ama nafile... Bize yardım ediyor görünen adam bana parmağıyla gel işareti yaptı. Ben ne oluyor, ne var? Diye soracak oldum. Problem, problem diyerek arabasına bindirdi. Yanıma arabadaki küçük bıçağı aldım. İçinde bulunduğumuz araba sokaklardan ilerlerken bu Bulgar köylülerinin beni bir derede öldürüp atacaklarını, kendimi nasıl savunacağımı, beni öldürürlerse çocuklarımın başına gelecekleri düşünüyordum endişeyle.

Köyün en son sokağında ilerlerken acılarım çoğalıyordu. Yeni yapı bir evin önünde durduk. Şoför evin ziline basarken olup biteni yorumlamaya çalışan ben, arka koltuktaki adama olayı sordum. Tarzanca o evde bulunan bir bayanın Almanya´da çalıştığını ve bana tercümanlık yapması için çağırdıklarını öğrenince hem rahatladım hem de sevindim. Almanca konuşan o bayanla bir araya gelince arkadaşıma rastlamış gibi mutlu oldum. Anlaşabiliyorduk, ayaklarım yere basıyordu, artık kuşkularım yersizdi.

Hemen çekici çağırdık. Ne düşündüğümü sordular. Arabamı hemen gümrüğe teslim edip otobüsle İstanbul'a gideceğimi söyledim. Polisin de kaza raporu tutması gerektiğini söylediler. Polis çağırdıktan sonra Sofya`daki Türkiye büyükelçiliğine en yakın gümrüğü sordum. Vidin'de dediler. Canımın sıkısından olacak moralim bozuk. Zaman geçiyor ne polis, ne de çekici geliyor... orucumu bozdum. Yaktım sigarayı, bir şeyler yemek istemiyorum. Saat 15.00 sıralarında nihayet polisler geldi. İfademi o bayan aracılığıyla yazdılar. Alkol muayenesi yaptılar, gümrükten çıkarken de 50 alman markı ceza ödemem gerektiğini söyleyip ayrıldılar. Bu arada çekici bir jip de gelmişti. Arabayı jipe yükleyip Vidin'e doğru yola koyulduk. Oraya vardığımızda akşam çoktan olmuştu. Jipin içinde titriyordum. Anlaşılan soğuk iliklerime işlemişti. Resmi makamlar, Vidin'de gümrük olmadığını, Lom şehrine gitmemiz gerektiğini anlattılar. Vakit kaybetmeden yola çıktık. Gümrüğe vardığımızda memurların mesaisi bitmiş evlerine dağılıyorlardı. Ertesi güne kaldık! Diye hayıflanacak oldum. Çekicideki adamla karısı bana bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar. Dikkat ettim ertesi gün Perşembe ve Cuma günlerinin dini bayram olduğundan pazartesiye kadar beklememiz gerektiğini anlıyorum. Dünyam başıma yıkılıyor adeta. Tatilin yarısı Bulgaristan`da geçti ama çaresiz bekleyeceğiz.

Uzun bir gece başlıyor, jiple ilerlerken öndeki kadın benim ne kadar titrediğimi duymuş olacak ki içi yünlü deri kocuğunu bana uzattı. Memnuniyetimi bildirerek teşekkür ettim. Bu arada karlı yollardan endişe içerisinde ilerlerken inanın nereye niçin gittiğimizi bilmiyorum. Tek istediğim şey araba hep gitsin biz dışarı çıkıp üşümeyelim! Bu arada ebru çoktan sızdı. Annesi de uyumak üzere. Fakat Fatma durmadan ağlıyor, nerede yatacağız? Nere gidiyoruz diye mızırdı yordu. Bir ara öndeki bayan arkasına döndü, gözleri onunda yaşlıydı. Bu iyiye işaretti. Ağlayan bayan Almanca "mein Haus schlafen!" dedi ellerini de başının altına koyarak uyumak işareti yaptı. Ben tabii ki memnun olmuştum. Adam iri yarı birisiydi pek konuşmuyordu. Anlaşılan macera devam ediyordu.

Korku dolu olarak dağları aşarken aklıma kötü şeyler geliyor, "işte hayat buraya kadarmış, bizi filmlerde olduğu gibi kesip öldürüp yok edecekler... belki de kaçıp kurtulabilirim! Diye etrafa bakıyorum. Hayret ne şehir ne köy nede bir tabela geliyor... gittikçe ümitlerim yok oluyor. Zihnimde dolaşan bu kabuslardan adamın yolda durması adeta çıldırtacak. Her halde şimdi diyorum. Adam yere atladıktan sonra "Tuvalet, tuvalet!" deyince ihtiyaç molası olduğunu anlıyorum. Saatlerdir yoldayız, bu soğukta tuvalet de olur yani. Ama biz inmemeyi tercih ediyoruz. Zaman geçmek bilmiyor hayret! Ah hanım ah , bu kışta kıyamette Türkiye`yi nerden çıkardın? Sen oğluna özlem duyuyorsun da ben duymuyor muyum sanki? Senin özde, benim üvey mi he? Diye içimden, hanımla hesaplaşıyorum. Belki o da çoktan pişman olmuştur şüphesiz...

Üzüntü ve endişeden haritaya dönmüş yüzüme, lapa lapa kar yağarken sıcak odun sobasının yandığı, yan tarafında kıvrılıp yatan yumuşacık bir kedinin huzurunda çay içen tasasız adamın mutluluğu yansıdı. Derhal gözümü dört açarak gelecek levhadaki isme meraklandım. Evet, o yerin adı Montana idi. Şehirdi. Yüreğimin çırpıntısı azalmıştı. Caddelerden ilerleyerek bir sokakta durduk. Öndekiler indi bir dükkana doğru gittiler. Karma karışık duygular sarmışken her yanımı, sarı, uzun saçlı, ağzı şarap kokan biri ön koltuğa oturuverdi. Meraklı bakışımız altında bize doğru dönüp; "ben size yardım idicem!" dedi yavaş ama pek de bozuk olmayan Türkçeyle. Dualarım kabul oluyordu. Allah bize yardım ediyordu işte...

Adım; Artur, dedi, sarışın adam. Ben Türkçeyi nereden nasıl öğrendiğini sordum hemen arkasından. Anam Türk, dedi ben, türküm. Şimdi arabayı garaja koyup eve çıkacağız. Bu adam yardım edecek sana. Dedi. Arabayı kilitledik garaja, çıktık eve.

Üç odalı, güzel, tertipli bir eve benziyor. Etrafıma bakıyorum. Oturduğumuz salonda vitrinde oyuncaklar, küçük bir kütüphane ve içkiler var...Kitapları görünce sakinleşiyorum, endişelerim daha da azalıyor. Ev sahibi rahat etmemi istiyor. Titreyip üşüdüğümü görünce likit gazla yanan sobayı ateşleyip alkollü içkileri önüme sıraladı. Biraz al, ısınırsın dedi. Ben nasıl içebilirim? Adama teşekkür ettim. Müslüman olduğumu içemeyeceğimi, mümkünse çay içmek istediğimi söyledim. Bu arada Artur aracılığıyla rahat olduğumu, kitapları görünce daha da rahatladığımı, kültürlü bir aileden korkmayacağımı bildirince, durumu izah edip bana dönerek; bu ne ki bende daha çok kitap var! Dedi Artur. Bu arada kahve fincanıyla bir fincan sallama çay getirdi evin hanımı. Ah, bu bir fincan ne yeter... ben şimdi en çok şu anda kocaman bir demlik çay umuyorum.

Artur bir tır şoförü olduğunu, Türkiye'yi ve Avrupa'yı dolaştığını, Türk tırcılarda büyük çaydanlıklar gördüğünü, fakat Bulgaristan'da kullanılmadığını anlattı. Ben son bir ümitle semaver de mi yok diye soruyorum. Önce anlayamadı, sonra da ha samavar, rusişe samavar diyerek onunda Rusya'da meşhur olduğunu anlattı.

Sohbet yavaş yavaş koyulaşıyordu. Artur'a madem Türk'sün niçin adın Türkçe değil? diye soruverdim. Yok, be dedi Artur. Benim gerçek adım Ertuğrul. Fakat aşırı asimilasyon olduğundan her Türkün bir de Bulgar ismi olduğunu anlattı. Annesinin adının Zümrüt olduğunu, ama adres yazarken de başka bir isim söylediğine şahit olmuştum üzülerek. Galiba Zinayda idi. Çayımız istek üzerine tazelenirken Ertuğrul Bulgar bir hanımla evli olduğunu ve iki çocuğu olduğunu, tahsil yaptıklarını, yılbaşı tatili için şimdi evde olduklarını, anlattı. Anlattığına göre Artur'un, Zümrüt hanım çok ağır işlerde çalışmış, erkek işi dedi sorduğumda oğlu. Daha sonra da hasta olduğunu ve Sofya`da ameliyat olduğunu biraz iyileşince köye Arçar köyüne döneceğini, annesinin, çağrıştırsın diye Ertuğrulu, adını Artur, koyduğunu anlattı. Çocuklarının adlarını sorunca yine Bulgarca isimler söyledi ve ilave etti; oğlumun adı emil dedi. Gözünün içine baktım. Anlamış olacak ki; Emin dayımın adı, benzesin diye öyle koydum dedi. Yavaş yavaş ısınmaya başlamıştım. Ertesi gün zümrüt teyzeyi ziyaret etmek üzere sözleştik Artur'la. O'da yorgun olduğumuzu söyleyerek izin istedi, memnuniyetle vedalaştık.

O gece nasıl tatlı, kendimden geçercesine rahat uyuduğumu anlatamam. Hırsızlık olur diye ev sahibimiz bay Peter Borisov Petrov çoktan domuzlarının yanına gitmişti. Hanımı bayan Jana, olanca kibarlığınca ve samimiyetiyle tuvalet-banyoyu gösterdikten sonra rahat uyuyabilmemiz için kilitte sokulu bulunan anahtarı gösteriyordu.

Ertesi gün Jana hanım yemek olarak ne yemek istediğimizi, nasıl istersek öyle yapacağını sordu, kahvaltıdan sonra. Biz de peynirli, patatesli, bir şeylerden başka çeşit olmasın dedik. Domuz kuşkumuzdan dolayı etli yemek istemediğimizi söyledim. Aslında o anlamış ve dana etinden bir şeyler yapacağını söylediyse de biz kabul etmedik. Ramazandı ama iki gündür oruç tutmuyorduk ev sahibini sıkıştırmayalım diye.

Biraz sonra Huriye Jana ile kaynaşıverdi. Başladılar beraberce börek çörek yapmaya. Ara sıra Bulgarcadaki Türkçe kelimeleri söyleyip internasyonel el-kol işaretleriyle desteklenerek anlaşmaya başlamıştık bile. Benim kişilerle kaynaşmam zaman alıyor, ama hanımın öyle değil. Hemen kaynaşıveriyor, derhal sıcak ilişkiler kurabiliyor. Onun bu huyunu çok beğeniyorum.

Salonun duvarında bir erkek çocuğunun fotoğrafı vardı. Ona doğru baktığımızı görünce, Jana hıçkırarak; kendisinin biricik oğlu olduğunu, bademcik ameliyatı sırasında, doktorların kan kaybından çocuğun ölümüne sebep olduklarını anlattı uzun uzun. Meğer sarhoşmuş doktor ameliyattayken. Kadıncağız dertliydi. Şimdi, kazadan sonra, arabada Kızım Fatma ağlarken, bu kadının da, hangi duygularla gözyaşı döktüğünü ve nasıl merhamet hisleriyle, benim evde kalalım, dediğini anlayabiliyorum. Allahım bu kadına kendisi için hayırlı olanı nasip et diye de dua ediyorum.

Kahvaltı sırasında, bir çift ve iki çocuğu, geldiler yanımıza. Tanıştık adı Kresimir, bayanın adı da Desi`ydı. Meğer bunlar Jana´nın kızıyla damadıymış. Cocuklarıda çok sevimli. Ebru´nunda nihayet oynayacak arkadaşları oldu. Sohbet koyulaştı. Kresimir itfaiyede memurdu. Uzun uzun kazayı anlatıp arabayı gümrüğe teslim ettikten sonra gideceğimi anlattım. Madem arabayı atacaksın, bana bağış yaparmısın diye sordu. Neden olmasın? Giderlerini karşıladıktan sonra! Dedim. Resmi daireler açıldıktan sonra işlemler yapılacaktı. Aslında buna sevindim. Bizimle ilgilenen, aşını ekmeğini, yatağını paylaşan bu aileye dolaylı olarak böylece bir jest yapmış olacaktım. Kresimir bulgar türklerinden öğrendiği türkçe kelimeleri, türklerin adetlerini özellikle davul çalışlarını anlattı gülüştük. Arkadan kresimirin babası da geldi. O da alem. Askerdeki türk arkadaşlarıni anlatıp türkleri ne kadar çok sevdiğini anlattı. Bu arada kresimirin hanımı ve çocuklar köşeye kondurdukları yılbaşı ağacını süslüyorlardı.

Nova godina! İyi yıllar demekmiş öğrendik.Bizim yılbaşını nasıl kutladığımızı sordular. Bizim müslüman olduğumuzu, kutlama yapmadığımızı, sadece aynı takvimi kullanmaktan dolayı, bir günlüğüne resmi dairelerin tatil olduğunu anlattım. Jana hanımın evine az sonra Zümrüt hanım geliniyle ve bir tepsi içinde biber dolmasıyle geldi. Hoş-beş edip tanıştıktan sonra; Siz bunların yemeğini belki yiyemezsiniz! Diyerek söze başladı. Yeni düzene alışamadıklarını, her şeye para lazım oda yetmiyor, komünist düzeni neredeyse aradık diyordu. Fabrikaların neredeyse tamamının kapandığını, işlerin olmadığını anlattı uzun uzun. Yavaş konuşan, saçları düzgün taralı, bakımlı, hastalığı dolayısıyle solgun görünen, güngörmüş bayanı, can kulağıyle dinliyorum. Huriyenin sorularına; Haçan yavaş konuş ki anliyayim. Uzun zaman oldu türkçe konuşmayalı, diyordu. Lehçesi biraz karadeniz şivesini andırıyor, Köylerinin de Tuna nehri kenarında olması kanaatımı güçlendiriyordu.

Zümrüt hanım, kızım Fatma'nın başörtüsünü göstererek; bu çocuk başını niye örtüyor? Diye sordu. Huriye hemen Müslüman olduğumuzu, Müslümanlıkta kadınların başlarını kapatmak zorunda olduklarını söyledi. Duyulur duyulmaz bir sesle; ya! Öylemi! Bilmiyordum, dedi. Okulda okuduğu yıllarda sadece bir Türk olarak kendisinin Bulgarlarla okuduğunu, Müslümanlıkla ilgili bir şey bilmediğini, içi sızlayarak anlattı. Simdi sen Müslüman mısın? Diye soruverdi Huriye beklenmedik şekilde. Evet, ben Müslümanım, Türküm fakat bir şey bilmiyorum, bir şey de öğretmediler. Ama şimdi öyle değil, Türkiye`den birçok yerlere öğretmen geldiğini duydum dedi. Köylerde camilerinin ve hocalarının olup olmadığını sordum. Yıllarca çok baskı gördüklerini, isimlerini bile değiştirdiklerini, Bulgarlarla evlenmelerine karşın hala Türk dediklerini anlattı. Baskı döneminde camileri kundaklandıklarını, ezan okunmadığını, hoca da olmadığını söyledi. Madem böyle zor durumdasınız dini hizmetleri kim görüyor dedim. Vidin'de doksan yaşında Şıh var, Tevfik hoca, bazen çağırıyorlar mevlit okuyor, ondan başkası da yok dedi Ertuğrul. Tuna boyunca çok Türk köyü var, ama hepsi böyle; camileri, isimleri, kültürleri, medreseleri yok olmuş koskoca bir tarihi bu ailede böyle görmekten, viranelerin şahidi baykuş olmaktan eziklik duydum, hüzünlendim, kendi kendime, kahroldum. İyi geceler... yarın bize de buyurun oturup sohbet edelim diye davet ettiler. Onları selamet dileklerimizle uğurladık.

Ertesi gün kahvaltıdayız. Çok özlediğim şey çay. Şöyle kocaman bir çaydanlık olacak, verecekler bana yalnız bitiririm alimallah. Ama yok, sadece bir kahve fincanında sallama çay veriyorlar. Oda iki çekmede bitiveriyor. Ama anlamadığım bir şey var. Benim çayı sevdiğimi Jana Hanım biliyor. Bitirince tekrar ister misin anlamında bir şeyler söylüyor, onu da anlıyorum. Fakat evet anlamında kafamı sallıyorum. Çay gelmiyor. Ne oldu bizim çaya diye de soramıyorum. Tekrar ister misin diye sorduğuna göre niçin gelmiyor? İşte bunu anlamıyorum. Dün yemekte de oldu. Ama bu sefer tersi. Açıkçası fazla hoşlanmadığım bir yemeği yemek zorundaydım. Biraz daha alır mısın? Dendiğinde kafamı sallayarak hayır dedim teşekkür ettim. Ama olmadı bir daha yemek zorundaydım. O gün belki yanlış anladı, diye yorumladım.. Ya bugün!... gene sordu. İstedim, yine gelmedi...

Bu gün resmi tatil bitiyor. Yarın işlemleri bitirebilirsek gideceğiz İstanbul'a. Sıkıldığımızı anlamış olacaklar ki, Krasimir şehri bir dolaşalım, seni gezdireyim dedi. Onun kırık dökük Opel marka eski bir arabası var bindik şehri dolaştırdı. Geniş bir avlu içerisinde minaresinin şerefesi yarı yıkılmış halde pencereleri sökülmüş, yarasa ve kuşların mekân tuttuğu camiyi görünce içim cız etti bir daha. Şehrin üst tarafındaki barajla yeni yeni oluşturulan küçük dükkâncıkları gezdik. Satın almaya değer bir şey bulamadık. Bu arada Türkiye'yi telefonla arayıp, Bulgaristan'da olduğumuzu, otobüsün arıza yaptığını, onu beklediğimizi söyledik. Tabii bu bir yalandı. Ailem ve kardeşlerim yola çıktığımı biliyorlardı. Kaza yaptım diyerek onları olur olmaz düşüncele saplanmalarını, üzülmelerini istemedim. Biraz daha dolaştıktan sonra evin olduğu Prisrina sokağına geri döndük.

Ebru evde sıkılmıştı. Jana hanım güneşli havayı göstererek çocuklar kayıyor haydi biraz da Ebru kaysın dedi. Soğuk falan dediysem de sıkı giyinip çıktık. Hava güneşli fakat buz gibiydi. Ebru`nun yanakları kıpkırmızı olmuştu. Biraz sonra geri döndük.

Zümrüt hanımın davetine icabet için hazırlandık. Yakınmış evleri. Sıcak ev büyükçe de bir kapta su kaynıyor. Çaya sıra geldiğinde gene kahve fincanıyla fakat Ertuğrul dilediğim kadar içebileceğimi söylüyor. Oh be! diyorum. Sanki içimi okuyor. Videoda Ertuğrul´un düğün merasimini izledik. Sağdan soldan uzunca sohbetten sonra yatmak üzere yine Jana hanımın eve dönüyoruz. Sabah erken kalkıp işlerimizi takip edeceğiz. Huriye yatsı namazını kılıyor. Bu sırada eve giren Jana hanım bundan etkileniyor. Namaz bittikten sonra bizleri çağırarak kapının arkasında sokulu bulunan posta kartını gösterdi. Üzerinde Hristiyan azizlerinden birinin resmi bulunan bir kilise detayıydı. Bunu bize göstererek işaretle kendisinin de Allaha inandığını söylüyordu. O´na inanmanın önemini anlatıp yattık.
Sabah erkenden kalkıp, yakın bir köydeki notere gittik satış için. İşlemler bitip çıkarken birazda bahşiş verdi Kresimir. Sebebini sordum, boyun büktü, işler böyle burada, gelecek sefer yoksa yapmazlar dedi. Gümrük işlerini de bitirdik çok şükür. Son yemeğimizi yiyip veda edeceğiz. Yemekte iştahım yerinde. Anlamış olacak ki Jana Hanım, biraz daha ister misin anlamında işaret etti. Kafamı salladım. Bekliyorum gelmiyor! Bekliyorum... Jana hanım sofraya oturdu bile. Bir haftada dost ahbap olmuştuk. Buna güvenerek yemeğin niçin gelmediğini sordum. Biraz afalladıktan sonra; ama, ama...

Galip! Dedi. Bizde, yukarı-aşağı baş sallamak hayır anlamındadır. Yana sallaman gerekirdi. Oldukça yüksek sesle hepimiz gülüştük bu acayipliğe. Dünyanın bütün ülkelerinde yukarı-aşağı başın sallanması (Bulgaristan hariç ) evet anlamındadır, türü açıklamalar yaptımsa da bilmeceyi çözmüştük artık. Jana hanım bana her zaman izine Türkiye'ye giderken mutlaka bize uğra, yiyelim içelim, dinlenip yolunuza devam edersiniz diye gönülden teklifleri oldu. Ben de buradan geçersem kesinlikle görüşeceğim dedim.

Kazadan kalan eşyalarımızı taksiye doldurup yola çıkacağız. Usulen Artur'a ve annesi Zümrüt hanıma kapıdan Allaha ısmarladık dedim. Tam yola çıkacaktık ki, Zümrüt hanım, gelini, Artur. Ortaokulda okuyan iki çocukları bizleri geçirmeye geldiler, duygulandım. Jana hanım kızı ve damadı da bizlere küçük hediyeler almışlar... Peter arabasıyla bizi Sofya'ya, otobüs garajına kadar getirdi. Biletlerimizi aldık, döndük İstanbul'a.

Bu alicenap aileyi hiç unutmayacağım.

Not: Bu yaşanmış gerçek bir hikâyedir.


DİĞER HABERLER