Gazi Kırca Ali Torunları



Çarşamba, 01 Temmuz 2015

Gazi Kırca Ali TorunlarıHasan VARADLIMayıs ayının on beşiydi. Saat 14 sularında hemşire Nurdane Hanım çalıştığı Kırcaali Devlet Hastanesinin arka kapısından çıktı. Akasya çiçeklerinin ortalığa yaydığı o mis gibi koku onu adeta büyüledi. Birkaç adım yürüdükten sonra başını kaldırıp akasya ağaçlarına bir göz attı. Yere doğru sarkmış o bembeyaz salkım salkım akasya çiçekleri, kulaklarda hoş bir seda vererek vızıltıyla dolaşan arılar, akasyaların dalları arasında cıvıl cıvıl ötüşen bülbüllerin sesleri. Bu muhteşem doğa harikasına Nurdane de kaptırmıştı kendini. Güle oynaya vızır vızır o çiçekten o çiçeğe konup nektar toplayan arılarla sanki o da beraberce uçuyordu. Bu eşi görülmez manzara masallardan bir rüyaydı. Derin derin nefes alarak " Akasyalar açarken" şarkısını mırıldanarak yürümüyor, sanki arılar gibi uçarak evine doğru gidiyordu...

Tarihi Ayşe Molla çeşmesi önünden geçen sokaktan Pazaryerine doğru ilerliyordu. Bir gurup lise öğrencisi de şakalaşarak aynı istikamete gidiyordu. Acaba oğlum da onlar arasında var mı diye gözleri oğlu Umut´u aradı. Oğluyla aynı okuldan fakat ayrı sınıflarda okuyan Erol´la Mehmet´i gördü. Erol´ la bakışları karşılaşınca Erol:
"Merhaba Nurdane abla... Deyince Mehmet´in selamı da Erol´un selamını takip etti...

"Merhabalar çocuklar! Nereye böyle gurup halinde? Diye sorunca Erol hemen cevap verdi.

"Bizler şehrimizin kurucusu Gazi Kırca Ali Baba'nın torunları olarak onun kabrini ziyarete gidiyoruz Vaktiniz varsa sizde bizimle gelebilirsiniz..."

"Tabi, olur neden olmasın... Dedi ve onların yanı sıra yürümeye devam etti, fakat daha fazla onların konuşmalarına katılmadı. Yalnız kulak misafiri oldu. Erol arkadaşlarına dönerek:
"Arkadaşlar elimdeki şu Türkçe gazetede öyle güzel bir hikâye var ki... Ziyaretten dönüşte büyük parkta biraz oturup bu hikâyeyi okuyalım..."

"Ostavi mayna! Biz ne anlarız Türkçe hikâyeden! Ne Türkçe okudum ne de öğrenmek isterim!.." Diye yüksek sesle haykırarak çıkıştı Mehmet.

Erol biraz bozuldu ve Mehmet'e:
"Bak Memo, aramızda şükür sağır yok. Konuşurken hemen ileri atlayıp bağıra bağıra yüksek sesle cevap vermeye kalkışma. Bak ben senin ne kadar yakınındayım, normal bir tonla anlaşa anlaşa konuşmamızı devam ettirirsek birbirimizi ne güzel anlarız. Hem sen "Türkçe ne okudum, ne de okumak isterim" diyorsun, bu en büyük hatalarından biri. Biz Türk oğlu Türk´üz. Önce kendi ana dilimizi, geçmişimizi, tarihimizi bilmezsek, ne kadarlık Türk olur bizden. Bak şu Türk edebiyatımıza, ne ozanlar yetiştirmişiz. Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin´ler gibi daha nice ozanlarımız dünya edebiyatında yer almışlardır."

"Erol bana hikâye anlatma be oğlum. Kişi yaşamın kolayına bakmalı!... "Dedi Mehmet. Erol´da Mehmet'e:
"Yanlış düşünüyorsun Memo şimdi babanın anlattıkları geldi aklıma, adam ne kadar pişman ama olan olmuş, sonradan pişmanlığın faydası yok."

"Babam zaten kâğıt kumar oynamaktan başka bir şey bilmez ki, bana bir kere olsun "okul nasıl gidiyor, harçlık paran var mı..." diye sorduğu yok ki bereket anneme..." diye cevap verdi Mehmet. Erol Mehmet'in sözünü keserek:
"İşte ben de tam bunu anlatmak istiyordum. Baban Ramadan'la şu Çiligirlerin Doktor Tahir var ya ortaokulu ikisi de takdirle bitirmişler. Daha ortaokuldayken ikisi de şiirler, öyküler yazıp Türkçe gazete ve dergilere gönderiyorlarmış. Ortaokuldan sonra Tahir Türk Pedagoji Okuluna gitmiş. Okul yılları esnasında şiir, hikâye yazmaya devam etmiş. Pedagoji okulundan sonra birkaç yıl öğretmenlik yapıp daha sonra Filibe Tıp Fakültesi'nden mezun olup doktor olmuş, Türkçesi de, Bulgarcası da güzel. Kaç tane şiir, hikâye, roman kitabı bastırdı. İşte elimdeki şu gazetedeki hikâye de ona ait. Baban liseden mezun olunca babasının torpiliyle memuriyete yerleştirilmiş. İşten eğlenceye derken vermiş kendini hayatın kolayına, yerinde sayıp kalış, şimdi çok pişman. Her ikisinin hayat standartlarına bak, dağlar kadar fark var... Bu Türkçe öğrenme konusunu sende bir daha, tekrar iyice düşün. Tamam mı?"

Böyle konuşulurken caminin yanına geldiler. Önce cami avlusunda bulunan müftülük yazıhanesine uğradılar. Türkiyeli hayırseverler tarafından gönderilen Namaz ve ya Yasin kitaplarından birer kitap aldılar. Oradaki görevliye rica edip Gazi Kırca Ali Baba için onlara bilgi verebilecek birisini arz ettiler. Onlara gönderilen yetmişlik emekli öğretmen Hasan amca önce kendini tanıttı sonra öğrenci gurubu ve Nurdane Hanım Gazi'nin kabri başına geçtiler. Hasan amca içinden dudaklarını oynatarak Fatiha okudu ve anlatmaya başladı.
"Kırca Ali 1371 yılında Alanya'da doğmuştur. Eğitimini Konya medreselerinde almış, Osmanlı ordularında birçok Rumeli savaşlarına katılmış ve bu savaşlarda gösterdiği kahramanlıklardan dolayı Gazi unvanına ulaşmıştır. Gazi olduktan sonra 1393 yılında Arda nehrinin sol kıyısına yerleşerek kendi adıyla anılan işte bu güzel şehir Kırcaali´nin temellerini atmıştır. Bir şairimiz şöyle dile getirmiş:

Kurduğun şu beşikte
Asırlardır sallanıyoruz,
Bir ulu çınar gibi
Gittikçe dallanıyoruz...

Ölümünden sonra minnet olarak yerli halk para ve emek yardım yaparak ona Türbe yapmışlar, 93 harbinde yani 1877-78 Rus-Türk harbinde Fındıcaklı Murat ağanın gönüllü askerleri ve yerli halkın direnişi sayesinde Kırcaali şehri ve bölgesini Ruslar ele geçirememiş. Onun için Türk - Bulgar hududu Aydoğmuş dağlarından indirilerek Arda nehri boyunca çizilmiştir. Kırcaali bölgesi ikinci Balkan Savaşından sonra Ekim 1913 yılında Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'nin feshedilmesinden sonra Bulgaristan'a bırakılmıştır.
Bulgar haydut ve askerleri şehre gelir gelmez şehirdeki bütün Türk eserlerini yıkıp yakmışlardır. Gazi Kırca Ali´nin türbesi de yıkılıp yakılanlardandır. Gazinin türbesinin de yıkılıp yakıldığını duyan şehrin ileri gelenleri ve şehir halkı türbenin yanına koşup Bulgar askerlerinin elinden Gazi'nin kemiklerini kurtarmışlardır. Şehir halkının iştirakiyle yeniden cenaze merasimi düzenlenerek işte şu gördüğünüz mezara defnedilmiştir..." Diye anlatırken gözyaşları yanaklarından akıyordu Hasan öğretmenin.

Gruptakiler Gazi Kırca Ali´nin kabri başında büyük anlam taşıyan kitabeyi okudular. Şöyle yazıyordu:

Meftundur bu topraklarda Kırca Ali,
Bina eyledi ol güzel şehri Kırca Ali,
Duası şudur kulların ya ilahi,
Değmesin eline Mundar eli!...

Nurdane Hanim ve öğrenci gurubu ellerini açıp birer Fatiha okudular, ardından Nurdane sesle Allaha şöyle yalvardı:

Ey yüce tanrım, sabır ver bizlere,
Allah'ım rahmet eylesin sizlere,
Kabriniz pırıl pırıl nurla dolsun,
Aziz ruhunuz göklerde şad olsun!...

Dedikten sonra ellerini yüzlerine sürüp "Âmin" diyerek oradan ayrıldılar. Cami avlusundan çıkınca Mehmet Erol'a:
"Erol, sen haklıymışsın be kardeşim. Burada anlatılanları dinledikten sonra anladım ki, Türkçe okuma yazmayı mutlak öğrenmemiz gerek..." Dedi. Gruptaki diğerleri de:
"Erol bu davada biz de varız... Madem biz Kırca Ali Baba'nın torunlarıyız Türkçemizi gerçek bir Türk gibi öğreneceğiz..."
"Arkadaşlar haydi şimdi parka, öğretmenimiz Erol´dan hikayeyi dinleyip yorum yaparak ilk dersimizi alalım..." Dedikten sonda Mehmet sol elini Erol´ un omuzlarına atıp, sağ eliyle arkadaşlarına "yürüyün" işareti yaparak parkın yolunu tuttular.

Nurdane Hanım:
"Güle güle çocuklar. Umut da sizden ayrılmayacak..." Dedi, caminin hemen yanında bulunan pazarda alışverişini yapıp evinin yolunu tuttu. Eve varınca akşam yemeği hazırlıklarına başladı. Şu Türkçeyi daha güzel öğrenme merakı onu da sarmıştı. Kullandığı malzemelerin, etrafında gözüne ne ilişirse hepsinin Türkçe adlarını tek tek söyledi ve kendi kendine "Daha yarın kitapçılara gidip Türkçe kitaplar alacağım, hem oğlum Umut'u hem kendimi Türkçe okumaya alıştıracağım, diye düşünüyordu ki kapı zili çaldı. Gidip kapıyı açtı, oğlu Umut´un selam vermesine bile fırsat vermeden oğlunun boynuna sarıldı Nurdane Hanım "Şu evlatlar ne kadar tatlı, ne kadar seviliyor, canımın içine koysam yine kanamayacağım..."diye düşündü. Umut odasına geçti, okul çantasını bıraktı, ceketini çıkarırken cep telefonu çaldı, okul arkadaşı arıyordu. Oda kapısı açık olduğundan annesi de konuşmaları rahat işitiyordu. Telefon görüşmesi bitince annesi oğluna:
"Bu nasıl konuşmaydı oğlum, yarısı Türkçe yarısı Bulgarca!"
"Ne yapalım anne, benim de arkadaşımın da Türkçesi o kadar. Birçok kelimelerin terimlerin, Türkçesini bilmiyoruz ki... Ama bundan böyle öğreneceğiz kısmetse. Eve gelmezden önce 10-A sınıfından Erol telefonla aradı, onuncu sınıflardaki Türk çocukları karar almışlar bundan böyle Türkçeye ağılık verip öğrenecekmişiz. Galiba sende Erol´a "Umut da sizinle olacak..." demişsin.

"Evet dedim ! Türkçemizin hali ortada!"
"Haklısın anne! Zaten ben de varım diye vaat ettim."
"Çok iyi yapmışsın oğlum. Türkçeyi iyice öğrenmeniz lazım..."
Nurdane Hanım'ın eşi Doktor Kenan akşamüstü eve geldi. Eşine bugünkü olup bitenleri tek tek anlattı, oğulları Umut'un da Türkçesinin kötü durumda olduğunu hatırlatınca Doktor Kenan:
"Zaten daha beşinci sınıftan itibaren sözleşmeli Türkçe dersine yazdırmamakla büyük hata yaptık..."dedi.
Nurdane hanım:
"10-A sınıfında Erol var ya, hani o inşaat mühendisinin oğlu, Türkçesi çok iyi, hem arkadaşlarına Türkçeyi sevdirmek için can atıyor... Elinden geleni yapıyor. Ne yaptı, ne etti bütün onuncu sınıftaki Türk arkadaşlarını ikna etti. Bizim oğlan Umut´ta katılacak."

"İyi etmiş işte. Bende İzmir'deki öğretmen kardeşim vasıtasıyla onlara istedikleri kitapları getirtirim yeter ki okusunlar." Dedi Doktor Kenan.

* * *

İki buçuk yıl sonraydı, aylardan eylüldü, o yıllarda Nurdane Hanım hastanenin kan merkezinde çalışıyordu. Bir gün yaşlı bir amca kan tahlili için gelmişti, gülümseyerek:
"Affedersiniz yanılmıyorsam sizi Nurdane Hanım diye birine benzettim" dedi.

"Evet, Nurdane benim!"
"Ben Gazi Kırca Ali kabrine getirdiğiniz öğrencilere rehberlik yapan emekli Türkçe öğretmeni Hasan amcayım."
"Evet, siz deyince hatırladım hocam. Buyurun geçin şu sandalyeye, hem kan alalım, hem biraz konuşalım..."dedi Nurdane Hanım.

"Müsaade ederseniz o çocukları soracaktım, onlar benim aklımdan hiç çıkmıyor. Türkçe için tarihimiz için bir şeyler öğrenmeye çok meraklıydılar. Hele bir tanesi Erol'du galiba can atıyordu!..."dedi Hasan öğretmen.

"Evet, bak siz de sezmişsiniz, zaten Erol ateşledi onları... Türkçeyi biraz ilerlettikten sonra Türkiye'deki akrabaları vasıtasıyla hikâye, şiir, roman, tarihi kitaplar getirterek yaz tatillerini bile boşa geçirmediler. Aralarında yarış vardı adeta. Geçen yaz yine Erol vesile oldu, İstanbul'a tarihi yerleri ziyarete gittiler. Bu ziyaret onların Türkçe sevgisin daha da pekiştirdi. Ziyaretten sonra Erol arkadaşlarına: "Arkadaşlar ben araştırdım Türkiye üniversitelerinde hemen hemen her bölümde yabancı uyruklular için belirli bir kontenjan var, daha şimdiden sıkı çalışıp üniversite sınavları hazırlıklarına başlıyoruz" demiş. Onlar da geçen yıldan beri hazırlanmaya başladılar. O gruptakilerin birçoğu Mayıs ayında üniversite sınavlarına katıldılar. Bu ağustos ayı neticeler belli oldu, hepimiz çok sevindik. Sonuç harika, Erol İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, oğlum Umut Çapa Tıp Fakültesi, hani o Memo dedikleri İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi, Caner diye biri de Ege Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandılar." "Maşallah, Allah hepsine zihin açıklığı versin. Azim bak neler yapıyor... Bizim Türk çocukları arasında böyle yetenekli daha nice gençler var ama maalesef engelleniyorlar, kandırılıyorlar. Biliyor musunuz şu anda Bulgaristan okullarında Türkçe sözleşmeli ders olarak okutuluyor. Daha yeni ders yılı başındaki veli toplantılarında Bulgar asıllı milliyetçi sınıf öğretmenleri veya okul müdürleri Türkçe dersi: Bulgar dilini ve başka dersleri öğrenmeye engel oluyor diye önce kendileri konuşuyor, sonra da önceden hazırladıkları birkaç yalaka ana babayı bu ruhta konuşturuyorlar. Sıradan vatandaşlar da onlara kanıp çocuklarına Türkçe okutmuyor... Benzeri olaylara defalarca şahit oldum..."Diye yakındı Hasan öğretmen. Nurdane hanım da onun sözlerine devamla dedi ki:
"Türk çocukları eskiden olduğu gibi ana dili Türkçeyi mecburu sıradan dersler gibi okumaları lazım. Uluslararası anlaşmalar sayesinde faşizmin en katı günlerinde, komünizm yıllarında 1972 ders yılına kadar ana dilimizi sıradan derslerle beraber okuduk. Türkçe dersini sözleşmeli derse milliyetçi Jivkovcular çevirdi. Meğer onların derdi sadece Türkçe dersi değil, Türklüğümüzü yok etmekmiş. Şimdi de hala Bulgaristan Türkünün bu hakkına el konuluyorsa, demek Bulgaristan hala milliyetçilikten kurtulamamış. Örnek olarak baksınlar şu Yunanistan Batı Trakya Gümülcine Türklerine, dersler Türkçe okunuyor, Türkçe radyo ve Televizyon yayınları var. Birçok Türkçe gazete ve dergileri de var. Yunanistan da, Bulgaristan da Avrupa Birliği üyesi değil mi, onlardaki demokrasi bizde neden yok!? İşte hepimiz bu soruyu soruyoruz! Acaba ne zamana kadar?"

YAZARIN DİĞER YAZILARI