Eskiden insanlar kitap okurdu, çocuklar dedelerin etrafında masal dinlerdi, mahallelerde ve sokaklarda oyunlar oynarlardı. Henüz 20 yıl geçti, ne oldu bize? O zamanlarda sanki bayramlar da daha coşkuluydu...
Büyüklerimizde talim ve terbiye için daha fazla zaman vardı, bahçeler daha yeşildi, çiçekler sıra sıra ve çeşit çeşitti. Kuşlara bile evler yapılır ağaçlara asılırdı. Saklambaç, çelik çomak ve bir sürü daha oyunlar oynanırdı. Çocuk sesleri etrafı çınlatır, her yer hayat, neşe ve coşku doluydu. Demir perde düştü, ezilenlere umut doğdu. Hani özlediğimiz şu modern ve kültür dolu dünya vardı ya, işte oralara doğru kapı açıldı. Belki de açılmamalıydı, ama kim bilebilirdi ki başımıza gelecekleri. Demokrasi geldi, sevindik. Gasp edilen haklarımız ve özgürlüğümüz için barışçıl yollardan bunca savaş yaptık, şehitler verdik, aileler parçalandı ve kişiler sürgün edildi. 1989 yılının Kasım ayı geldi, herkesin kan akışı hızlandı, "değişim, değişim" diye sesler yükseldi. Sözde Bulgaristan'da var olmayan Türkler birden bire mantar gibi bitiverdi, ben milli azınlığım dedi ve tarihin akışını değiştirdi. İsimlerimizi geri aldık, dini bayramlarımızı serbestçe kutlamaya başladık ve hatta o gündür bugündür de Millet Meclisinde temsil ediliyoruz. Türkçemiz bile küllerinden doğdu ve okullarda serbest seçmeli ders olarak okutulmaya başladı. Ne mutlu günlerdi...
Nihayet hak ettiğimiz yere doğru, yavaş da olsa yürümeye başladık. Herkesin yüreğinde bir umut doğdu, yüzler güldü, sınırlar açıldı, mevcut siyasi yapı değişti ve özlenen nimetlerden bizler de yararlanmaya başladık. Dünyamız o kadar çabuk değişti ki, işte bu değişime, yeni oluşan dinamiklere hazırlıklı olamadık. Her odada televizyon, hem de renkli, her evde bilgisayar, herkeste de birer cep telefonu devri başladı. Uydu yayın alıcılar da her evin değişmez bir parçası oldu. Kablolu yayınlar, internete erişim birden bire koskocaman dünyayı, evimize hatta cebimize getirdi. Çeşitli giysiler, batılı arabalar, küpeli ve dövmeli erkeler, bakımlı ve özenti dolu kadınlar devri başladı. Maalesef bu değişim en hızlı gençleri etkiledi. Artık neredeyse kimse kitap okumuyor, birbirine mektup yazmıyor, büyüklerimiz ve reşit olan gençlerimiz dünyanın dört bir yanına açılıyor, gelenekler ve görenekler unutuluyor. Hatta ayrılıklar bile internet üzerinden "skype" denilen veledin yardımıyla ve de cep telefonlarından çekilen kısa iletilerle yapılıyor! Büyüklere saygı, küçüklere şefkat unutuluyor, ama en kötüsü de Türkçemiz unutuluyor. Türk Dili yoksa Türk Kültürü yoktur, Türk Kültürü yoksa Türk olmak boştur, verimsiz çorak arazi gibidir. Okullarda seçmeli ders olarak verilen Türk Dili dersleri 1992 yılında alelacele hazırlanan ve dil bilgisi bakımından yetersiz, alıştırmalardan yoksul bırakılan kitaplarla yapılmaktadır. Öyle ki, %100 Türk köylerinde bile yeterince istek olmadığı için Türkçe okunmuyor! Bu durumun somut örnekleri çok, ama veremem. İstemediğimden değil, yalnız olduğumdandır. Ne zengin babaya ne de yıkılmayacak bir güce sahibim, ama yine de susamam! Ne bir Türk Okulu, ne bir lisemiz var. Üniversite desen hayal! Ne bir sivil toplum örgütü ne de bir kültür merkezimiz var. Aslında okuma evimiz bile yok. Bunu bile çok görene, bırakın yukarıdaki sayılanları, izci grubumuz bile yok diye cevap vereceğim. Milli azınlığız diye göğsümüzü döverken bunu kanıtlayacak bir somut dayanağımız dahi yok. Tabi ki, kişi sayımız rakam olarak önemliyse. Köpek gibi daha iyi bir yarın için çalışırken kendi vatanımızda dahi kabul görülmüyoruz. Batıya çıkınca yabancı, uzaya çıkınca da uzaylı gözü ile bakılıyoruz. Ama unutmayın biz Türkler uzaya dahi çıktık. Biliyorum, bundan bana ne diyeceksiniz? Ama ne yapayım, gönül işte, şu öksüz Türklüğümü seviyorum. Ne zamana kadar milli benliğimizden ödün vereceğiz? Ne zaman kadar hasede, fesada yenik düşüp sorunları görmezden geleceğiz? Artık hiç kimse şanlı tarihimizi okumuyor, atalarımızın yaptıklarından ders çıkartmıyor. Bırakın onları, son 38 yılda haklarımız, özgürlüğümüz için şehit düşen kahramanlarımızın bile isimlerini bilmiyoruz. Hatırlayın, tarihini unutan, benliğini kaybeden uluslar yok olmaya mecburdur. Etrafınıza bir bakın, mevcut durumu gözden geçirin ve konuşmaları daha bir dikkatle dinleyin. Sanki iki dev dağın arasında tıkalı kalmışız. Oysa önümüzde koskocaman bir geçit var. Günlük konuşmalarda kullanılan kelimeleri bakın, sayın ve durumumuza ağlayın. Evet, en iyi durumda iki yüzü aşmıyor. Üstelik yarısı da Bulgarca ve yabancı dil karışımı... Türkçe, okullarda mecburi ders olmadıkça, bol bol kitap okunmadığı sürece, oyunlar sokaklara, parklara dönmediği sürece, tarihimiz öğrenilmediği sürece, herkes sorumluluk alıp ben de varım demediği sürece, aydınlık savaşçıları yetiştirip hazırlamadığımız sürece, ne yarının liderleri yetişir ne kültürümüz gelişir ve hayat sadece var olmaktan ibaret olur. Tüketici olarak kalırız, oysa her zaman üreticiler kazanır, gelişir ve gidişatları belirler. Yabancı dil öğreniyorsun, resmi dili iyi ve akıcı kullanmaya çalışıyorsun. Peki, ana dilden ne haber? Sen kimsin, özün nedir senin? Nereden geldin, şuan nerelerdesin ve yarın nerede olacaksın? Cehalet diz boyu olmuş, korkaklık baş göstermiş. Hani senin cesaret? Yoksa hala umut var mı diyorsun? Ha umut demişken, görürsen söyle bana da uğrasın...