Kadim Bulgarların sadece adını taşıyan çağdaş Bulgarların büyük çoğunluğu Osmanlı Türklerini, Türkiye ve Bulgaristan Türklerini en büyük düşmanlar olarak görürler ve bu duygularını her fırsatta belirtmekten çekinmezler. Bu iddiaları haklı mıdır? Türkler gerçekten de Bulgarların düşmanları mıdır? Bu soruya cevap ararken farklı yönlerden yaklaşarak bazı durumları açıklamaya çalışalım.
Bulgar kültürünün içinde yetişmiş bir insan olarak yarım asra yakın bir zaman boyunca resmi ideolojinin, tarih ve siyasetin en sık dile getirdiği olgu "Osmanlı veya Türk Esareti"dir. Daha anaokulundan başlayarak yetişmekte olan kuşaklara "5 Asırlık Türk Esareti" teranesi ezberletilir, en aşağılayıcı ifadelerle "Osmanlı barbarlığı", en coşkulu ifadelerle de "Bulgar halkının esarete karşı direnmesi ve mücadelesi" anlatılırdı. Bulgar çocuklarına kahraman bir halkın çocukları olma gururu, Türk çocuklarına da sömürgeci bir milletin ahfatları olma acısı ve kompleksi yaşatılmaya çalışılırdı. Bunda da başarılı oluyorlardı. Tarih derslerinde Osmanlı hakimiyeti konuları işlenirken aynı dersi dinleyen çocuklar arasında kavga ve dövüş çıkmasına dahi neden olunuyordu.
Türk çocukları ne kadar yetenekli ve zeki olurlarsa olsunlar devlet hiyerarşisinde hak ettikleri yere ulaşamıyorlardı. Örneğin bir Türk orduda subay, üniformalı polis, vapurlarda amele, uçaklarda pilot, bakan, bakan yardımcısı, hatta bakanlıkta kapıcı dahi olamıyordu. Bu alanlar Türk asıllılar için yasak bölgelerdi. Olsa olsa sağlık ve eğitim bakanlıklarında doktor, öğretmen veya fabrikalarda teknik eleman veya mühendis olabiliyorlardı. Türk asıllı şoförler yurt dışına sefer yapamıyorlardı. Yönetim işleri ancak Türk bölgelerinde Komünist partisinin inayetini kazanmış Türk kökenlilere verilirdi.
Türk gençleri hukuk, halklar arası ilişkiler, nükleer fizik, askeri okullara kabul edilmiyordu.
Onların büyük çoğunluğu askerliklerini ise "suç emeği" (daha sonra inşaat ordusu adını aldı)
Ordusunda yapıyorlardı. Bunların "silâhları" çapa, kürek, kazma, keser, bel ve sairdi. Savaş meydanları uçsuz bucaksız mısır ve günebakan tarlaları, demir yolları, köprüler ve binalar, istihkâmları ise kanalizasyon lağımları ve çeşme kanalları idi. Bu açık ayrımcılıklar yüzünden kimse isyan etmiyor, kimse sokaklara çıkıp polis ve askere taş yağdırmıyordu. Türk insanı koyun gibi bir halk olup, kaderine razı oluyordu. Bulgar iktidarlarının her dediğini yapmaya çalıştığı halde onların güven ve teveccühüne bir türlü mazhar olamıyordu.
Türklere karşı düşmanlıkları sosyalist dönemde olduğu gibi demokrasi yıllarında da hız kesmedi. Bu dönemde yeni çıkan partilerden bazıları, bilhassa V. Siderov'un ATAKA partisi Türk ve Türkiye düşmanlığını programının temeline oturttu. Bir taraftan kendi vatandaşları olan Türk kökenli Bulgar siyasetçilerine karşı iftira, yalan ve saldırı kampanyası yürütüyor, bir taraftan da Türkiye devletine karşı ateş püskürüyordu. Türk düşmanlığı gözlerini o kadar bürümüştü ki Bulgar halkının geleceğini göremiyor, ona bir kurtuluş yolu da gösteremiyordu. 2005 parlamento seçimlerinde 21 milletvekili çıkardığı halde bir buçuk yıl içerisinde bunların 10'unu kaybederek grubu 11 kişiye geriledi. Rövanşist duygularının etkisiyle Bulgaristan Meclisine " Ermeni Soykırımı" nın tanınması konusunda karar tasarısı sundu, ancak Hak ve Özgürlükler partisinin çırpınışları sayesinde tasarı reddedildi. Lâkin Ruse, Burgas, Yambol gibi şehirlerin belediye meclisleri "soykırım" projelerini kabul ederek Türk düşmanlıklarını açıkça ortaya koydular. Şizofren derecede Türkofob olan Volen Siderov, bu defa Türkiye'nin Trakya Bulgarlarına soykırım yaptığını dair zırvalar savurdu. Trakya'da malları kalan Bulgarlar için Türkiye Cumhuriyeti'nden 10 milyar dolar tazminat isteme konusunu gündeme getirdi.
2009 parlamento seçimlerinde yine 21 milletvekili çıkaran ATAKA partinsin lideri Siderov yeni sloganlar üretti: "Türkiye'nin AB'ne girişine Hayır!" "Türkiye Bulgaristan'a 500 senelik esaret için 50 milyar dolar ödesin!" Diğer taraftan da bu tazminat ödenmedikçe Türkiye'nin AB'ye giremeyeceğini iddia etti. Oysa göç eden Türklerin Bulgaristan'da bıraktığı taşınmazların değeri yüz milyarların ötesindedir. Çok uzaklara gitmeyelim, sadece 1950-1951, 1968-1978 ve 1989 sonrasında yapılan göçlerde göçmenlerin bıraktıkları taşınmazların bedeli Bulgaristan'ın bütçesini geçer. 1877'den bu yana yapılan göçleri, Balkan savaşlarındaki Türk katliamlarını konuşmuyorum İyi komşuluk adına Türk devleti susuyor babam susuyor, cesaret bulan Türk düşmanları da pisliklerini kusuyor...
Siyasetle uğraşmaması gerekenler de düşmanca tavırlar sergilemekten geri kalmıyorlar. İşte Bulgar Ortodoks Kilisesinin Patriği Maksim sözde Ermeni Soykırımı'nın 90. yıldönümü için Ermenistan Kilisesinin patriği Karekin'e Aralık 2007 başında gönderdiği mektupta 5 asırlık Osmanlı esareti sırasında Bulgar ahalisi ve kilisesinin işkencelere ve takibatlara uğradığını, Ermenilerle aynı kaderi ve acıyı paylaştıklarını hatırlatmaktadır. Bu örnekten de "Osmanlı Esareti" anısının bu cüce halkların içinde kazık gibi durduğu anlaşılmaktadır. Birçok "bilimsel" yayınlarda bile reaya denen alt sınıfın gayrimüslimlerden oluştuğu iddia edilir, bu sınıfın içinde Türklerin de bulunduğu unutulur. Oysa Osmanlıda da asıl ezilenler Türkler olmuşlardır. Onlar genellikle çiftçilik ve hayvancılıkla kırsal bölgelerde Allah'ın ecrini çekerken, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar askerlikten muaf tutulurlar, bol bol kazançlar elde ederlerdi. Bankacılık, sarraflık, zanaatçılık ve ticaret gibi paralı ve kazançlı işler azınlıkların elinde bulunurken, Türkler savaşlarda bol bol şehit olmaktaydı. Genç yaşta ölen en büyük Bulgar sosyologu İvan Haciyski "Duşevnost na Bălgarskiya Narod" kitabında 1876 Nisan Ayaklanması'nın vuku bulduğu yerlerde ankete tabi tuttuğu Osmanlıda yaşamış Bulgarların hiç birinin Osmanlı iktidarından şikâyet etmediğini, bilâkis memnuniyetlerini belirttiklerini yazar: "Bizzat gezdiğim yerlerdeki vergiler ayaklanmadan önce bilhassa bugünkülere göre kesinlikle dayanılmaz değillerdi. Hiçbir yerde dayanılmaz vergilerden şikâyet duymadım. Bazı yerlerde tahsildarların (çoğunluğu Bulgarlardır) bir kısmı suistimal yapıyorlarmış fakat bunlar ancak gidilmesi, zor olan sapa yerlerde mümkünmüş, ayaklanmanın patlak verdiği yerlerde olanaksızmış..." ( İvan Haciyski, Optimistiçna teoriya za naşiya narod, 1974 Sofya, s.304)
Osmanlı toplumunun ve ordusunun yüksek katmanlarında yine gayri Türkler hakimdir. Bulgarlar, devşirme olayına "kan vergisi" adını vererek Osmanlının ne kadar büyük barbarlar olduklarını belirtmeye çalışırlar. Oysa 4-5 yılda bir devşirilen bu zeki çocuklar devletin en önemli mevkilerinde görev alarak ikbal ve bolluk içinde yaşamışlardır. İlk yıllarda yadırganan bu olay daha sonra Hristiyan ahali tarafından istenen bir olay haline gelmiştir. Her halükârda Hristiyanlar, bu İslâm ülkesinin içinde maddi yönden Müslümanlara göre her vakit daha zengin olmuşlardır, büyük devletin büyük pazar fırsatlarından serbestçe yararlanmışlardır.
Daha Bulgaristan'da iken Bulgar meslektaşlarım, Osmanlı esaretinin Bulgarlar halkının gelişmesini engelleyip onu geride bıraktığını, aksi takdirde Bulgaristan'ın Belçika veya Hollanda gibi devletlerin seviyesinde olacağını iddia ediyorlardı. Durumumuzun nazik oluşu ve fikir özgürlüğünün olmaması yüzünden gereken cevabı veremiyorduk kendilerine. Oysa bu batılı devletler küçük olmalarına rağmen sömürge sahibiydi ve Afrika ülkelerinden beslenmişlerdi. Bulgaristan'ı bırakalım, Koskoca Rus İmparatorluğu bile söz konusu batı ülkelerinden daha gerideydi. Bugün dahi geriliğini bertaraf edememiştir. Batılı ülkelerin refahının sömürge sahibi olduklarından kaynaklandığını bilmezler.
Oysa Osmanlı devletine Bulgaristan'ı sömüren ülkeden çok Bulgarları koruyan ülke gözüyle bakmak daha doğru olacaktır. Biliyorum, Bulgarlar buna hemen itiraz edeceklerdir, ancak gerçekçi düşünüldüğünde Osmanlıların beş asır boyunca Bulgarları koruyarak 19. asır sonlarına kadar taşıdıkları ortaya çıkar. Nasıl mı? Anlatayım: Bulgarlarla Türklerin dinleri ve dilleri birbirilerinden çok farklıdır. Oysa asimilâsyon olayı genelde akraba dilli ve aynı dinli topluluklar arasında daha hızlı ve kolay gerçekleşir. İşte bunun örnekleri: Bir Boşnak veya Pomak daha kolay Türkleşebilir, çünkü Türklerle aynı dini paylaşırlar. Onlar Müslüman oldukları için Türklerden çekinmezler. Bu durum Gagavuzlar için de geçerlidir. Onların Türklere yakınlık duyması ise dil akrabalığından dolayıdır. Ancak durum Bulgarlar, Yunanlar veya Rumenler için çok farklıdır. Kaldı ki Osmanlı farklı dinlere karşı çok toleranslı olmuş, azınlıkların ne okullarına, ne de ibadethanelerine müdahale etmiştir. Osmanlılar, Batı sömürgecilerinin metotlarını kullansalardı, bugün Bulgar diye bir millet olmazdı, çünkü 500 yıl onları bir etnik grup olarak silmeye yetip artardı. O halde Osmanlı Bulgarların düşmanı değil hamisi olmuş, başka halkların istilâsından ve tahakkümünden korumuştur.
Peki, Bulgarlar Osmanlı yerine 5 yüzyıl boyunca Rum (Yunan) esareti altında kalsalardı, ne olurdu? Dinleri aynı ve kültürleri yakın olduğundan çoktan asimile olup silinirlerdi. Ya Sırpların veya Romenlerin esaretinde kalsalardı ne olurdu? Sonuç yine aynı olurdu ve asimilâsyon çok daha kısa zamanda gerçekleşirdi, zira dinleri aynı ve dilleri de akrabadır. Bulgarların Otets Paisiy adlı atasını Bulgaristan'da yetişenler hatırlarlar. Slavyan Bulgar Tarihi" kitabındaki sözlerini de ben hatırlatayım: " Neden ötürü kendine Bulgar demekten utanıyorsun? Neden ötürü Yunanlaşıyorsun?" Bu sorular 18 asrın sonlarında yöneltilmişti. Osmanlı devletindeki Bulgarlar Türkleşmiyor da Yunanlaşıyorlardı. Milli bilince ulaşmış olan Otets Paisiy de onları kınayıp kendi köklerine döndürmeye çalışıyordu. Yunanlaşmalarını durdurmak için Osmanlı devleti kendilerine yardımcı oldu. İstanbul'daki Bulgar aydınlarının önerisi ve Osmanlı devlet adamları olan Fuat ve Âli Paşaların marifetiyle 1872 yılında Bulgarlara müstakil Bulgar kilisesi kurma hakkı tanındı. Hızla kiliseler ve okullar açılmaya başladı. Osmanlı'nın müsamahası Bulgarları Yunanlaşmaktan kurtarmıştı.
Osmanlı devleti Bulgarlara yardım etti de Türkiye Cumhuriyeti etmedi mi? Etmedi diyenler yalan söyler. 1878 yılında (yani 93 Harbinde) Rusya'ya yenik düşen Osmanlı, göç yollarına düşen tebaasını kabul etmek için yine elinden geleni yapmıştır. Kendi halkını besleyecek gücü olmadığı halde genç Bulgar devletini kendine düşman gördüğü Türklerden kurtarmıştır. O insanlar Bulgaristan'da kalsalardı devletin başını ağrıtacaklardı. Türk-Müslüman nüfusu yeni Bulgaristan'da sayıca büyük bir çoğunluğu oluşturuyordu. Rus süngüsünün gücüyle zorunlu göçler gerçekleştiriliyordu. Doksan üç savaşı öncesi ve sonrasında yüz binlerce Türk evlerinden ve yurtlarında kopup, aç arık ölüm yollarına döküldü. İşte asıl soykırım o zamanlar yaşandı. Ama böyle acı durumları kader olarak kabul eden Türkler, dünyanın dikkatini çekmektense, kendi yaralarını kendileri sarmaya çalışmışlardır. Zaten Hristiyan Avrupa da Türk katlinden memnun olup kulaklarının üstüne yatmıştır.
Gelelim daha yeni dönemlere, Cumhuriyet devrine. Bu dönemde de Türkiye devleti yine anlayış gösteren taraf olmuştur. Bulgar iktidarları azınlık durumuna düşürdükleri Türk ahalisinden sürekli korkmuşlardır ve komplo teorileri üretmekten geri kalmamışlardır. Kendi uydurdukları özerklik teorilerine yine kendileri inanmışlar ve Türk varlığını belli bir seviyede tutmak için sık sık göçürme politikalarına başvurmuşlardır. 1926-1936 yılları arasında hemen hemen her yıl göç olmuştur. 1944 yılında gerçekleştirilen rejim değişikliğinden sonra bile Bulgaristan Türkiye'yi göç kapısını açması için zorlamıştır. 1950 yılında seçim kazanan Demokrat Parti Bulgarların baskısı karşısında sınırı açmış ve Bulgarlar 250 bin Türk asıllıyı ülkesinden göçürmek istemiştir. Bulgarların göndermek istediği kişiler genelde milliyetçi aydınlar ve Bulgarları uğraştırabilecek zengin Türklerdir, zira iktidar proleter diktatörlerin elindedir. Türkiye, insani mülâhazalarla sınırı soydaşları için açmıştır.
1968-1978 arasında gerçekleşen göçte takriben 110 bin, 1989 ve sonrasında ise 500 bin
Bulgaristan Türkü Türkiye Cumhuriyetine göçtü. Bulgar komünistleri de faşistler kadar, hatta daha fazla şovenmişler ki, dünyanın gözü önünde zorunlu göç gerçekleştirerek ülkelerinde bir etnik temizlik yaptılar. Adamlar usta imişler. 1881 yılında yapılan ilk nüfus sayımında Müslümanların sayısı Hristiyanlardan fazla olduğu halde göç ve baskı politikalarıyla büyük devletlere aldırmadan hem göç, hem soykırımı gerçekleştirdiler. Böylece Rusların yardımlarıyla devlet sahibi oldular. Devleti ayakta tutmasını da becerdiler. Türkiye de göç alarak Bulgaristan'ı iç çalkantılardan ve Türk tehlikesinden korudu, yani yardım etti. Buna karşılık Bulgarlar komünist rejim yıllarında Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı kullanılmak üzere PKK'ya silâh gönderdi. Aynı şeyi Türkiye de yapabilirdi, lâkin yapmadı. Bulgarlar, Türkiye'yi adeta bir havalandırma deliği olarak kullandılar. 1989 yılında da Sofya'ya giden Türk yürüyüşçülerini kurnazca Türkiye'ye doğru yönlendirdiler. Varsın Ankara uğraşsındı onlarla. Nitekim öyle de oldu. Türk devleti yarım milyona yakın bedbahtı bünyesine alarak ekonomik ve insani büyüklüğünü gösterdi. Aynı dönemde Avrupa'nın en güçlü devleti Almanya, 100 bin Doğu Almanyalı göçmen dahi kabul edememişti.
İşte böyle hem Osmanlı, hem de Türkiye Cumhuriyeti iktidarları Bulgarları ve Bulgar devletini korudular ve ayakta kalmasını sağladılar. Eğer son göç olmasaydı Bulgaristan içindeki kargaşa yönetilemez bir duruma gelebilir, tedavisi güç sorunlarla karşılaşabilirdi. 130 seneden beri devam eden göçler olmasaydı Bulgaristan hiç kurşun atmadan tekrar bir Türk devleti olacaktı. Türk insanı yaşanan bütün acıları ve kendisine yapılan açık düşmanlıkları unutarak bugün de Bulgaristan insanlarına yardım etmeye devam etmektedir. Türk düşmanlığı ile gözleri körelmiş olan Bulgar ırkçılarının göremediği bu yardımları biz hatırlatalım. 1990 yılından beri binlerce Bulgar vatandaşı Türkiye'de çalışıp ailesini açlıktan kurtarmıştır. Binlerce Türkiyeli öğrenci Bulgaristan üniversitelerine ücret ödeyerek hem eğitim almakta, hem de bu üniversitelerin ayakta kalmasına katkı sağlamaktadır. Çok sayıda çifte vatandaş, Türkiye'de kazandığı paralarla Bulgaristan'da tatil yaparak, ora ekonomisine destek vermektedir. Bunları görmek için insana bakan değil, gören göz lâzımdır.
İşte bu gerçekler dikkate alınırsa Türk devletinin ve milletinin Bulgarların düşmanı olmadığı, bilâkis dostu ve destekçisi olduğu ortaya çıkar. O halde Bulgarların Türklere karşı duyduğu sonsuz kin ve düşmanlığın ciddi bir sebebi ve dayanağı da yoktur. Bu düşmanlığın temelinde Bulgarların Türk halkını tanımaması, Türkiye'nin dünyanın 17. güçlü ekonomisi olduğunu bilmemesidir. Bu cehalet içlerinde koku hissi yaratmakta, kıskançlık ve nefret duygularının kabarmasına sebep olmaktadır. Bizim düşündüğümüz gibi keşke onlar da düşünebilse, bizim gördüklerimizi onlar da görebilse.