Yabancılaşma üzerine



Çarşamba, 09 Mayıs 2012

Yabancılaşma üzerineAhmet Hasan BAHADIRModern dünya, globalleşme sürecine girmesiyle birlikte her geçen günle küçük bir kent haline dönüşmeye başladı. Sanal ortamın icat edilmesiyle gözümüze uzak görünenler yakınlaştı, aklımıza/gönlümüze gelmeyenler evlerimize kadar geldi. Farklı kültürlerin birbirileriyle dayanışmaları, çağdaş teknolojinin sınır tanımayan olağanüstü gelişmeleri, fert ve toplumun hizmetine sunduğu güzel imkanlar bir yandan yüzleri güldürürken, diğer yandan insanoğlunun iç dünyasına getirdiği hasar, bunalım ve toplumsal hastalıkların da o nispette çoğaldığı bir zaman diliminde yaşamaktayız. Günbegün gelişmeye devam eden bu teknoloji sayesinde insanoğlu madden rahatlayıp huzur bulmuş gibi görünse de, bütün bunlar onu mânen ve rûhen uçurumlara yuvarlanmaktan kurtaramamıştır. Çünkü insan madde âleminde "çağdaşlık, modernizm, demokrasi, gelişme, ilerleme" gibi sloganlarla kendini "bir şeyler" zannedip avuturken, gerçek anlamda kendi hakikatini unutmuş, yaradılış gayesine ve tertemiz fıtratına ters hareket ederek mutlu olamamıştır.

Umut ve mutluluk beklentileriyle başlayıp geride bıraktığımız yüzyıl, ne yazık ki, insanlığa yakışmayan mücadelelere sahne olmuştur. Bu yüzyılda ölen insan sayısı kadar, insanları öldürme biçimleri de hafızalardan silinmeyecek şekilde derin izler bırakmıştır. Yakın tarihimizde bir çok siyasî, fikrî, felsefî düşünce akımları ve „izm" ler insanlığa mutlu bir gelecek vaat ederken, aynı anda millî çıkarlar ve güç gösterisi için yapılan savaşlar, terör saldırıları, suikastlar, masum insanların vahşice katledilmeleri ve daha nice insanlıkla bağdaşmayan çirkin olaylar sayesinde asıl amaçlarının ne olduğunu da gözler önüne sermekten geri kalmamışlardır. Hiç kimse bilim ve teknolojinin gelişmekte olduğu bu çağda böylesine trajik bir sonuç beklemiyordu belki, fakat şu bir gerçek ki, geçen yüzyıl ideolojik ve politik savaşlar yüzyılı olarak tarih sayfalarında yerini almaktan geri kalmadı. Bütün bu olup bitenlerden ibret alması gereken insan, bu kötülükleri XXI. yüzyıla miras olarak bırakmıştır.

Yapacağınız etraflı bir gözlem neticesinde taktir edersiniz ki, modern dünya insanlarının önemli bir kısmı ahlâkî çöküntü içerisinde bocalamaktadır. Başıboşluluk, sorumsuzluk, ümitsizlik, sefalet, aile mefhûmunun yok olması, ayrılıklar-gayrılıklar bunalımlara yol açmakta ve her geçen gün kötülükler daha da çoğalmaktadır. Kendisine ve etrafındakilere küsmüş, hangi yöne gideceğine karar veremeyen, herşeyini kaderin akışına bırakmış gergin insan tiplerini görmek adetten oldu. İçki, kumar, fuhuş, uyuşturucu gibi şeytanî alışkanlıklar genç nesli zehirlemeye devam etmekle kalmayıp bütün insanlığı tehdit eder boyutta bir tehlike arz etmektedir.

Maddeci ve hedonistik anlayışa sahip bir zihniyet, şahsiyeti, insan karakterini, insanî değerleri hiçe sayarak, sabır, metanet, fazilet, fedakârlık, iyilik gibi ahlâkî hasletleri modası geçmiş kavramlar olarak nitelendirmekte, aksine her çeşit yalan, hile, haksızlık, hırsızlık gibi kötü hasletleri de mübah göstermektedir. Kendini medenî ve gelişmiş olarak vasıflandıran hangi toplum olursa olsun, her an bu gibi çelişkili durumlarla yüzleştiğini görüp duymaktayız. Bir tarafta lüks, israflarla dolu bir hayat yaşanırken, diğer tarafta da sefalet sınırının alt seviyesinde yaşam mücadelesi veren toplumların trajik durumlarını da görmekteyiz.

Mahlükatın en şereflisi olarak yaratılan insan, "yeryüzünün halifesi" olma özelliğini, üstün konumunu kavramadan, maddeyi baş tâcı yaparak güdülen bir siyaset ve anlayış, insanı hakikatte insan kılan nitelikleri çiğnemesine ve akabinde de yabancılaşmasına zemin hazırlamıştır. Defalarca yaşanılan deneyimler ve edinilen izlenimler neticesinde maddi refah ve rehavetin yalnız başına insanlığı tatmin edemediği ve etmeyeceği anlaşılmış, dolayısıyla dün insanı bir tek cihetten değerlendirenler, bugün hatalarını itiraf edercesine onu farklı boyutlardan incelemek ve yorumlamak zorunda kaldıkları âşikârdır. Diğer bir ifadeyle insanî değerlerin yerine, paranın ve eşyanın üstünlük kazandırdığı bir anlayış, insanların nesnelleşmesine ve şahsiyetlerinin birer araç gibi düşünülmesine yol açmıştır. Nesne haline indirgenmiş insan demek, içeriksiz ve anlamsız bir varlık demektir. Bir İslâm düşünürünün dediği gibi, "....herhangi bir kökten yoksun, tarihinden ve dininden uzaklaşmış, ırkının, tarih ve atalarının bu dünyada bırakıp gittiklerine yabancı, kendi insanî özelliklerinden sıyrılmış, tüketim şekli değiştirilmiş, aklı değiştirilmiş elden düşme bir kişiliğe sahip, görkemli düşüncelerini, mâzisini, zihnî niteliklerini kaybetmiş bomboş bir yaratık meydana gelmiştir."

İnsan, yeni bir yüzyılın kapısından girdiği şu dönemde, kendi buluşu olan bir takım nesnelerin ve düzenlerin gücüne de yenik düştüğü gözden kaçmamaktadır. Kendi eliyle yaptığı makine ve teknolojinin esaretinde kalıp, yüksek şahsiyetini bir nesne durumuna indirgemiştir. Oysa ki temelde var olmanın asıl amacı, insanî erdemleri, yüksek faziletleri geliştirmek ve onları ön planda tutup yaşatmaktır.
İnsan ne kadar sâde ve ne kadar azla yetinirse o kadar çok şeyi var demektir. Atalarımızın şu sözü oldukça mânidârdır: "İnsanın gözünü doyuran ancak bir avuç topraktır." İnsanoğlunun, imkânlarının fazlalaşmasına paralel aslına yabancılaşması da bir o kadar hızlı olur. Maddî imkanlara sahip olan kişinin-kendisini engelleyecek güçlü bir inancı yoksa- dünyalık hırsı arttıkça artar ve türlü zevklerin peşine düşer. Dünya ötesi ve sonrası hususlara ne düşünecek vakti ne de böyle bir derdi vardır. Kendi varoluşunu hatırlatacak ciddi meselelerden uzak durmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla günümüzde ne yapmak istediğine karar veremeyen karnı tok insanlar, samimiyetsizlik, vurdumduymazlık ve nemelâzımcılık gibi kronikleşen hastalıkların pençesinden kurtulmaya azmetmedikçe yabancılaşma süreci devam edecektir.

Gerek ferdin gerekse toplumun veya bir milletin yabancılaşmaktan ve bozulup dengesizleşmesinden kurtulması, ancak insanın yaratılış özelliklerine göre eğitilip yoğrularak aklî, rûhî-bedenî, maddi-manevi olarak olgunlaşması ve gelişmesiyle mümkün olacaktır. İnsanlığın bu fıtri ihtiyacına gerçek anlamda yardıma koşabilecek, bir başka ifadeyle derdine derman, yarasına merhem olabilecek tek formül hiç şüphesiz ki Kur'ân-ı Kerîm'dir. Yaradan'ın bizi bizden daha iyi bildiği muhakkaktır. Kur'ân dışı ideolojik sistemler, yıkılıp yok olmaya mahkûm dünyevî akım ve cereyanlar, insanın öz varlığına garip gelmekte ve bu değerli varlığı sonu feci biten tehlikelere atabilmektedir. İnsanoğlu yarınının bambaşka olmasını istiyorsa önce Kelâmullah'a başvurmalı, onunla haşir neşir olarak değer kazanmalı ve gür bir sedâ ile Hakkı haykırabilmelidir.

İslâm literatüründe yabancılaşma kavramıyla ilgili olarak bir kelime bulunmamaktadır. Ancak yabancılaşmayı karşılayacak yakın anlamlı kelimelerden söz etmek mümkündür. Bunlar "teğarrub" ve "fesad" kelimeleridir ki, özden sapmayı ve yabancılaşmayı çağrıştırmaktadırlar. Ayrıca Sevgili Peygamberimiz (s.a.v)'in şu sözü de yabancılaşmayı ifade ettiği söylenebilir: "Dikkat ediniz! İnsan vücudunda bir et parçası vardır ki, o düzelince bütün vücut düzelir; o bozulunca bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o et parçası insan kalbidir."(Buhârî, Îmân, 39, Müslim, Müsâkât, 107). Yani tertemiz fıtratta yaratılan kalp bozulunca, insan yaradılış gayesinden sapıp, kendine özgü niteliklerini de yitirmektedir.

Yabancılaşma, her ne kadar ismen Kur'ân'da geçmese de konu olarak yer almaktadır ve özden sapış, ruhsal bozukluluk olarak görülüp, açıkçası kalbî bir hastalık olarak değerlendirilmektedir. Bu özelliklere sahip kimseleri de Kur'ân-ı Kerîm işitmez, görmez, anlamaz, kalpleri hasta, kalpleri mühürlü, kalpleri taşlaşmış gibi tâbirlerle nitelendirmektedir:
"Onların kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar, gözleri var fakat onlarla görmezler, kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar. Onlar, gafillerin ta kendileridir." (Araf 7/179)

Dolayısıyla temiz fıtratlarını küfür ve günahla kirletip, kalplerini kötü düşünce ve davranışlarla köreltip, görüntü vermeyen paslı bir ayna haline gelmişlerdir.
İnsanı insan yapan asıl unsuru ruhudur ve bu yönünü görmezlikten gelmek hiç doğru değildir. İlâhi kaynaklı olan ruh tabiatı itibariyle ancak Allah (c.c)'ı anmakla mutmain olur. Aksi takdirde aslından uzaklaşmış bir ruh ile karşı karşıya kalırız.
Kur'ân-ı Kerîm'de insanı bu yabancılaşmaya iten çeşitli âmillerin başında nefis ve sinsi şeytanın geldiği zikredilmektedir. Nefis odur ki, insana kötü düşünce ve hareketleri telkin eder, haksızlıkları doğru, sapıklıkları güzel göstermeye çalışır. Ayrıca dünya sevgisi, şan, şöhret, cimrilik ve daha sayamadığımız nice nâhoş hasletler, insanı özünden sapmasına ve yabancılaşmasına neden olmaktadır.

Yabancılaşma karşısında Kur'ân- Kerîm, insanı Allah (c.c)'ın çizmiş olduğu meşru sınırları aşmaktan, özdeğerlerine ve özbenliğine zıt düşmekten kurtaracak mûcizevi reçeteyi taşıdığını ve hakka dönüş yapmayı isteyenlere önderlik yapacak kusursuz liderin bizzat kendisi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Mesela:

"Size benden bir hidayet gelmiştir. Kim benim hidayetime uyarsa (gösterdiğim yolda yürürse) artık onlara ne bir korku ne de bir üzüntü yoktur." ayet-i kerimesinde takrir edildiği gibi.

Kur'ân nuzûlünden bu yana insanın seçilmiş olduğunu ve bu seçkinliğe yakışır bir biçimde hareket etmesi gerektiğini akl-i selim sahiplerine hatırlatmaktadır. Böyle olmayınca süflî hayatın baskısıyla insanın olumsuz eğilimleri ön plana çıkacağını belirtmektedir. Haliyle de insanın noksan ve zelil bir varlığa dönüşmesi kaçınılmazdır. Bugün yazılı ve görsel basında, ayrıca kendi çevremizde dahi sıklıkla bu hale düşmüş insanları görebiliyoruz. "Ahsen-i takvim" sırrına mahzar olan insan, her halükârda eğitime muhtaç bir varlıktır ve bu eğitimi de ancak kendi fıtrat ve öz benliğine uygun bir şekilde hareket ederek gerçekleştirebilir.

Güncel meselelerden biri olan "yabancılaşma" konusunda pekçok şeyler söylenip yazılabilir. Bu konu insanı aklî ve ruhî yönden eğiten bütün temel prensipleri içine almaktadır. Bunların başında "mutlak otorite" olan Allah (c.c)'a bağlılık söz konusudur. Kur'ân'da pek çok kez bu gerçeğe vurgu yapılmıştır. Mutlak Otorite'ye bağlılığın da prensipleri vardır elbette. Nitekim kâinatın her zerresi insanı yaradılış gayesi ve Yüce Allah (c.c)'ın kudreti üzerinde düşünmeğe sevk etmekte, O'na bağlanmaya ve itaat etmeğe çağırmaktadır. Bilimsel düşünce de, insanın mutlak manada tek başına olamayacağı görüşünü teyit etmektedir. Dolayısıyla bu gâye üzerinde düşünmek ibadetleri ve kulluğu yerine getirme sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. İbadet yükümlülüğümüzü ancak ve ancak Allah (c.c)'ı çok anmakla yerine getirmek mümkündür. Neticede her işte Allah (c.c)'ın rızasını gözetmek insanın iflâhı için yanılmaz hedefi olmalıdır. İnsan bu doğrultuda kendini iyi ayarlayıp dengeleyemezse ve istikameti şaşarsa Cenâb-ı Allah engin merhametiyle kuluna tövbe ve istiğfarda bulunması için fırsat tanımaktadır.

Kur'ân'da bu yönde zikredilen birbirinden üstün değerler; Kur'ân, İmân ve İslâm gerçeğinin hayata hakim olmadığı takdirde neticenin ne olacağını apaçık bir şekilde gözler önüne sermektedir. İnsanoğlunun mutlu ve huzurlu olabilmesi için teknolojik gelişmeler ve boş sloganlar yeterli olamamaktadır. Dolayısıyla ilâhi mesaj ve sonsuz nur olan Kelâmullah, insanın doğal ihtiyaçlarının hepsini belli kurallar çerçevesinde karşılayarak onun maddi-manevi işlevlerini pürüzsüz bir şekilde yerine getirmesini sağlamaktadır. İnsan bu evrensel mesajla bütünleştiği ölçüde dinine/diyanetine, manevi değerlerine, toplumuna ve özüne yabancılaşmaktan kendini koruyabilecektir. Bunun için fert ve toplumun Kur'ân ilkeleri ve ahlâki değerler doğrultusunda yetiştirilmesi bir mecburiyettir.
Başarmak için onurlu bir duruş, samimi bir birliktelik ve özverili bir çalışma gerek.

YAZARIN DİĞER YAZILARI