ÇOĞUNLUK İÇİNDE ‘ÖTEKİ' OLARAK VAROLABİLMEK



Pazartesi, 04 Ocak 2021

ÇOĞUNLUK İÇİNDE ‘ÖTEKİ’ OLARAK VAROLABİLMEKCemil KİRAZÇOĞUNLUK İÇİNDE ‘ÖTEKİ' OLARAK VAROLABİLMEK

(İnsan Felsefesi ve Temel İnsan Hakları Bakımından ‘Azınlık' Kavramı)

Her insan, belli bir yerde - toplumda doğar. O toplumun dokusunu alır, o ortamda büyür, gelişir ve kendinden sonraki nesillere de toplumdan edindiklerini aktarır. Hiçbir insan, içinde doğduğu toplumu, kültürü kendisi seçemez. Bir başka ifade ile insan, doğduğu ortamı - toplumu kendisi için adeta hazır olarak bulur. Gelişimine bağlı olarak kişi, kendisini, yakın - uzak sosyal ve doğal çevresini görür, gözlemler, değerlendirir ve tanır. Bulunduğu ortamdakilerle ortak yaşam alanları kurmaya - oluşturmaya çalışır. Aslında birey, kendisini daha iyi tanıdıkça, içinde büyüyüp geliştiği toplumu da (sosyal çevresini) daha yakından tanır - bilir ve ona göre de davranır.
Bilindiği üzere her toplumun (ve toplumun içindeki küçük toplulukların - azınlıkların) belli davranış - eylem kalıpları - kodları vardır. Bu davranış - eylem kalıpları - kodları, zamanla değişikliğe uğrasa da o topluluk için yaşamsaldır ve çoğu zaman da ‘varoluşsal bir değer' taşır.

Yapılan sosyolojik araştırmalara göre, özellikle çoğunluğun içinde nispetten daha az olan-azınlıkta olan toplulukların kendi geleneklerine, inanç değerlerine, alışkanlıklarına ve daha pek çok toplumsal varoluşsal unsurlara (özellikle dini, politik, etnik vs. bağlamında ayrımcılığa maruz kaldıkları dönemlerde) daha fazla bağlı oldukları ortaya çıkmıştır.

Azınlık Kavramı

Bugün kullandığımız ‘azınlık' kavramının en kapsamlı ve kabul edilebilir tanımı 1978'de Capotorti tarafından yapılmıştır. (Capotorti'nin bu tanımı daha sonra yapılacak olan pek çok tanım denemelerine de esas teşkil etmiştir.) Ona göre azınlık, ‘bir devletin nüfusunun geri kalanına göre sayıca az olan, egemen konumda bulunmayan (ancak o devletin vatandaşı olan) üyeleri nüfusun geri kalanından farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip olan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumaya yönelik, üstü örtülü de olsa bir dayanışma duygusu gösteren bir gruptur.' Bazı farklılıklar taşısa da benzer bir tanımlama da 1985'de J. Deschenés tarafından yapılmıştır. Ona göre azınlık, ‘bir devletin sayıca azınlık oluşturan ve o devlette egemen konumda bulunmayan, nüfusun çoğunluğundan farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip, birbirleriyle dayanışma duygusu içinde, üstü örtülü de olsa, varlığını sürdürme ortak iradesiyle yönlenmiş ve amacı çoğunluk ile filli ve hukuki eşitlik elde etmek olan bir grup vatandaş.' Her iki tanımın da en önemli ortak-objektif özelliği, bir topluluğun, kendisinden daha büyük bir başka topluluğun içinde; farklı etnik, dinsel ve dilsel özellikler taşıyarak varlığını (ve varlık koşullarını) sürdürmeye çalışmasıdır. Burada kavram-tanımsal ayrım da yapmak gerekir. Zira pek çok uluslararası belgede-sözleşmede, ‘etnik azınlık', ‘dinsel azınlık', ‘dilsel azınlık' gibi ayrıştırıcı ifadeler-tanımlamalar da kullanılmaktadır. Ancak, bir topluluğun azınlık statüsünde sayılabilmesi için yaşadıkları ülkenin vatandaşı konumunda bulunmaları gerekir. Bir başka ifade ile egemen bir ülkede yaşayan mülteciler, göçmenler (muhacir) vs. niceliksel olarak azınlık olsa da hukuki anlamda azınlık statüsünde değildir.

Azınlıklara Bakış - Tarihsel Süreç

Sosyo-antropolojik çalışmalara göre, insanların toplum olarak yaşamaya başladıkları dönemlerden itibaren (bir anlamda hukuk normlarının yürürlüğe girmesiyle) azınlık olgusuna rastlamak mümkün. Ayrıca, azınlıkların korunması da tarihsel süreç olarak oldukça eskilere dayanır. Erdoğan (2002)'a göre XIII. yüzyılda bile genellikle din savaşları sonrasında azınlıklarla ilgili anlaşmalar yapılmıştır. Yapılan araştırmalara göre azınlıklar sorunu, XIII. yüzyıla kadar daha çok din-inanç boyutuyla ele alınmaktaydı. Özellikle çok milliyetli nüfusu barındıran büyük devletler, (Avusturya-Macaristan imparatorluğu, Osmanlı Devleti vs.) diğer devletler tarafından -zayıf düştükleri zamanlarda- daha çok dini azınlıklar, üzerinden baskı altına alınmaya-çıkar sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak bu noktada özellikle şunu ifade etmekte fayda vardır; XX. yüzyılın başlarına kadar süren azınlıkların hakları, azınlıkların korunması vs. kavramları daha çok uluslararası hukuk ifadesiyle; ikili antlaşmalar düzeyindeydi. Bir başka ifadeyle azınlıkların sorunları, sadece anlaşmayı yapan iki ülkeyi ilgilendiriyordu.

XIX. yüzyıldan itibaren azınlık olgusunun artık hukuki-politik bir tartışmanın en önemli konulardan biri olduğunu görüyoruz. Unutmayalım ki, bu yüzyıl boyunca ortaya çıkan milliyetçi-ulusçu akımlar, çok uluslu-milliyetli devletlerin sonunu hazırlamıştır. Buna bağlı olarak da pek çok ülkede azınlıkların tarif edilemez acılar çektikleri bilinen bir gerçekliktir. Bunun en acı örneği Balkanlarda yaşayan Müslüman-Boşnaklara, Türklere karşı soykırıma varan uygulamalardır. Bu, yakın tarihin şahit olduğu en vahşi olaylardan biri olarak insanlık tarihinde yerini almıştır. Azınlıkta kalan toplulukların-grupların (dini azınlık, etnik azınlık ve dilsel azınlık) sosyal, ekonomik, politik ve daha pek çok yaşamsal sorunla yüzleşmek zorunda kaldıkları bilinen acı bir gerçektir.

İnsan felsefesi bağlamında azınlıklar ve hak talepleri
Azınlıkların hakları ve bu hakların tümünün korunması konusu, sadece Birleşmiş Milletler örgütünü değil, Avrupalı bazı örgütlerin de (Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü, gibi) gündemini her zaman meşgul etmiştir. Azınlıkların hak ve özgürlük talepleri, pek çok ülkenin ulusal güvenlik sorunu halini almış durumdadır (ya da o ülke duruma bu açıdan bakmaktadır). Azınlıkların hak taleplerinin hukuk, özgürlükler ve temel insan hakları dengesinde çözülememesinin en önemli ve temel nedeni, politik karar alıcıların, duruma gerçeklik kazandırmamak için farklı tanımlamalar getirmeleridir (Sözgelimi, bugün Yunanistan'da yaşayan Türk azınlık için Yunanistan resmi olarak ‘Müslüman azınlık' ifadesini kullanmaktadır.)

Politik-hukuki anlamda ele alındığında ise azınlıklarla ilgili sorunlar, daha kapsamlı ve karmaşık kavramlar olan ulusçuluk, uluslaşma ve ulus-devlet süreçlerine paralel olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu yönüyle azınlıkların sorunlarını, ulus, ulusçuluk, etnik köken, ayrılıkçı hareketler, öteki ile birlikte yaşamak, kimlik-kültür tartışmaları, asimilasyon, bireysel ve toplumsal önyargılar ve bu önyargılara dayalı tutumlar ve hatta bunların hepsini kapsayan ‘insan hakları', ‘temel hak ve özgürlükler' ve ‘yaşam hakkı' kavramlarından ayrı düşünmek-ele almak mümkün değildir. Sorun, siyasi, politik veya güvenlik açısından ziyade daha çok, insan hakları, insan felsefesi, devlet-siyaset felsefesi, insanın varlık koşulları açısından ele alınmalı. Bilinmelidir ki; insan, sadece insan olduğu için onurludur, insan olma bakımından tüm insanlar eşittir. Aslında, özde tüm kadim dinler ve inanç manzumeleri, insanı en yüce mertebeye koymaktadırlar.

İnsan felsefesi bağlamında ele alındığında; insan, olmuş bitmiş ve gelişimini-oluşumunu tamamlamış bir varlık değildir. İnsan, sürekli gelişim-oluşum içinde var olmaya çalışan pek çok özelliği bakımından diğer-öteki canlılara nazaran içkin bir varlıktır (düşünmesi, estetik duygusu, ahlak ve vicdan duygusu gibi ve daha pek çok özellik sadece insana özgüdür). Etnik ve dilsel yapısı, bireyin kendi özgür iradesiyle kendisi tarafından seçilmiş değildir. Bir başka anlatımla, insan belli bir etnik kökenle doğar, belli bir dil-kültür ortamında gelişir. Bunları, insan doğrudan doğruya kendi özgür iradesiyle seçemez. Ancak, insanın arkaik-ilkel duygu-dürtüleri sebebiyle (görece olarak maddi doyumsuzluğu da buna katabiliriz), kendi var oluşunu, öteki olana, kendisinden farklı olan'a, diğeri'ne bakışına göre konumlandırmakta-anlamlandırmaktadır. Daha açık bir ifadeyle; çoğunluğun bireyi, kendi değerini-konumunu kendisi gibi olmayana göre konumlandırmakta, kendi değerini ona göre algılamakta. Bu anlayışın, bu duygu-düşüncenin ne kadar tahripkâr-yıkıcı olduğunu düşünen her insan görür-bilir. Soğuk savaş döneminin sora ermesiyle birlikte, pek çok ülkede bu duygu-düşünceden beslenen politik hareketlerin (hatta bazı ülkelerde iktidar gücünü bile elinde bulundururlar) ötekine, azınlıkta olan(lar)a karşı nefret söylemi-tutumu içinde oldukları bilinen acı bir gerçekliktir. Oysa hukuk ve devlet felsefesi açısından bakıldığında, devletin (ve her politik hareketin) temel varlık koşulu, her durumda ve koşulda insanı, sadece insan olduğu için, öncelikle onu yaşatmak ve onu var etmek olmalıdır. Nitekim ikinci dünya savaşı sonrası ortaya çıkan insani duruma dikkat çekmek ve insanlığın benzer trajediyi bir daha yaşamaması içi 10 Aralık 1948'de Birleşmiş Milletler Genel kurulunda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi kabul edilir. Buna göre, ‘Bütün insanlar, özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar. Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.' denilmektedir.

Sonuç ve değerlendirme:
Gerek uluslararası anlaşma metinlerinde, gerekse yerel yasal metinlerde yer alan - ancak çoğu zaman reel yaşamda yer alamayan ya da reel yaşamı anlatmaktan uzak - pek çok kavramdan herkes aynı şeyi anlamaktan oldukça uzak olduğu bilinen bir gerçektir. Bu bağlamda, ‘birlikte yaşamak', ‘farklı olana karşı önyargılı olmamak', ‘ayrımcı olmamak', ‘ortak değerlerle yaşamak', ‘temel insan haklarına bağlı olmak', ‘onurlu yaşam hakkına saygılı olmak' ve daha pek çok kavram-ifade aslında herkese aynı anlamı ifade etmemektedir. Oysa insan, temelde özgür bir varlıktır. Pek çok potansiyeli ile dünyaya gelir. Bulunduğu ortama-topluma göre yaşamına yön verir (görece olarak da pek çok insanın yaşamını belirleyen kararlar alır-uygular). Gerek bireysel psikoloji ve gerekse de sosyal psikoloji alanında yapılan çalışmalar, bize insanın varlık yapısı bakımından hem iyi hem de kötü olan çekirdeklerle (belirlenimlerle) birlikte dünyaya geldiğini gösteriyor. İnsanda hem bir hak duygusu, bir adil olma duygusu, ötekine-kendisinden din, dil, cinsiyet, etnik köken, ekonomik durum ve daha pek çok özellik bakımından farklı olana karşı merhametli olma, anlayışlı olma, eşitlikçi olma duygusu-tutumu-eğilimi varken, hem de bir haksızlık, adil olmama (hatta zalim olma), ayrımcı tutum içinde olma eğilimi vardır. Bu çift kutuplu determinasyondan (belirlenimden) birey için hangisinin daha etkin-belirleyici olacağı da alacağı ‘önce insan' temelli eğitime bağlıdır.

"Hiçbir insan hayatı, başka toplumların bulunmasına doğrudan ya da dolaylı yoldan tanıklık eden bir dünya olmadan var olamaz."

Arendt, H. (1994)

Kaynakça ve Biblyogrfaya:
1. Arendt, H. (1994), ‘İnsanlık durumu', (Çev. Sever, B.), İletişim yayınları, İstanbul.
2. Erdoğan, B. (2002), ‘Birleşmiş milletler sistemi ve azınlık hakları', Avrasya dosyası, BM Özel, İlkbahar 2002, Cilt:8, Sayı:1
3. Mengüşoğlu, T. (1989), ‘Felsefeye giriş', (4. Baskı), Remzi kitabevi, İstanbul.
4. Nurluoğlu, G. (2010), ‘Azınlık kavramı ve Bulgaristan'daki Türk azınlığı', http://www.tuicakademi.org (erişim: 19.01.2018)
5. Savaş, C. N. (2006), ‘İnsan hakları bağlamında azınlıklar', Yüksek lisans tezi, Kırıkkale Ünv. Sos. Bil. Ens. Kırıkkale
6. Stamova,M. (2015), "Politikata kım albanskoto i turskoto maltsinstvo v Makedoniya ot kraya na Vtorata svetovna voyna do sredata na 60-te godini: aspekti problemi", sp. Bılgarska Nauka broy 75
7. Üzer, L. (2003), ‘Azınlıklar ve Lozan tartışmaları', Derin yay. İst.
8. http://drom-vidin.org/images/webpics/ok_Vseobshta.pdf (erişim: 05.02.2018)

YAZARIN DİĞER YAZILARI