GÖÇ; ARAYIŞ MI, ZORUNLULUK MU?



Salı, 23 Şubat 2021

GÖÇ; ARAYIŞ MI, ZORUNLULUK MU?Cemil KİRAZ(İnsan felsefesi bağlamında, göç, göçmenlik ve bir sorgulama denemesi: 1989 göçü)

Cemil KİRAZ

(cemil_kiraz@hotmail.com)


VAROLUŞUMUZUN BAŞLANGIÇ NOKTASI: DOĞDUĞUMUZ YER-YURT

Birey için yaşamın merkezi, doğduğu yerdir. Birey için yaşamının mekânsal başlangıç noktası, dünya ile ilk tanıştığı yerdir doğduğu yer. Başka bir yere giderken de temel hareket noktası da orasıdır. Bireysel psikoloji açısından bakıldığında her birey, kendi yaşamının varoluşsal bağlamda ilk hareket noktasını (olumlu-olumsuz anlamda) iyi tanır, iyi bilir. Onun için orası 'varoluşunun arkaik noktasıdır'. İlk temel inancını orada kazanmıştır, yarınlara ilişkin ilk umutları orada başlamıştır. Unutmayalım ki insan, yere - mekâna bağlıdır ve kendisini oraya ait hisseder. Yaşadığımız yer, sadece taş, toprak, su ve havadan ibaret değildir bizim için. Pek çok temel insani anlamı da yükleriz, o taşa, toprağa, havaya ve suya. İnsanın belki de en önemli özelliği, bulunduğu mekânla kurduğu özel ve güçlü bağ ve o mekâna kattığı özel anlamdır. Kendimizi de o mekânda görür, orayı da kendimizde görürüz.

Mekânlar, toplumsal, siyasal, dini, etnik aidiyet kimliklerin oluşumunda önemli bir etken olduğu bilinen bir gerçektir. İnanç, yurt, ulus, siyasal oluşum (Devlet), etnik kimlik, aile ve mikro düzeyde de bireysel kimlik-karakter kazanmasında toplumsal ve politik birlikteliklerin ve / veya ayrışmaların oluşumunda mekânlar, sosyolojik anlamda her zaman asli (kurucu) unsurlardan biri olmuştur. Nitekim sosyolojinin kurucularından kabul edilen İbn-i Haldun'un asabiyet teorisi'ni çevresel koşullar (mekân) üzerine oluşturması, insanın yaşadığı yerin toplumsal yapı ve ilişkilerin üzerinde ne kadar etkili olduğunu göstermektedir.

Bir yere ait olmamak, bir yere göre kendini yaşama konumlandıramamak, bireysel yaşamı bir yerden başlatamamak, en hafif ifade ile ‘insanın kendi varoluşuna yabancılaşması' demektir. İnsan, merakı nedeniyle gezer de, göçer de ancak evrensel bütünlüğün bir parçası olarak da evrende bir yere kendisini konumlandırır. Onun için yaşamın başlangıcı orasıdır. Bu çerçevede; insan felsefesi bağlamında ele alındığını, göç, göç etmek, yalın hali ile sadece yer, mekân değiştirmek değildir.

TARİHSEL BİR KAVRAM OLARAK GÖÇ ve TOPLUM

Göç, sözlük anlamı olarak, toplumsal, dini, etnik, ekonomik, politik (ve daha pek çok neden ve veya nedenlerden dolayı) neden ve/veya nedenlerle insanların ve/veya toplulukların bir yerden başka bir yere, bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitmesidir. Bir başka anlatımla göç, taşınma, hicret [etme], muhaceret anlamlarına da gelir (Kiraz, 2016). Yapılan araştırmalara göre göç, insanlık tarihinin başladığı dönemden beri var olan bir olgudur. Denisova (2019)'nın ifadesiyle, ‘göçmenlik, doğal bir olgudur geçmişte vardı, şimdi de var ve gelecekte de var olacak'.

Yaşanan göçlerin pek çok nedeni veya nedenleri olabilir; dünyada adil olmayan biçimde dağılmış ekonomik fırsatlar, küresel iklim değişikliklerinin yol açtığı yıkımlar, siyasi-politik hesaplar, salgın hastalıklar, savaşlar, doğal yıkımlar vs. Nedeni ve/veya sonuçları itibarı ile göç yaşantısı, göç olgusu, gerek bireysel psikoloji açısından ve gerekse de sosyal psikoloji açısından travmatik bir durumdur. Koçak ve Terzi (2012)'nin araştırmalarına göre göçlerin ortaya çıkmasına neden olan etkenler hemen hemen tüm ülkelerde aynıdır.

Toplumsal yapının yeniden şekillenebilmesi ve (görece olarak) toplumsal hareketlilik açısından göçün rolü büyüktür. Unutmayalım ki, toplumlar, içerisinde farklı (dini, etnik vs.) grupları ve kültür öğelerini barındıran geniş bir sosyal düzen ve ilişkiler ağı bütünüdür. Yapılan pek çok sosyolojik araştırmaya göre, bir ülke ve toplum için göçün konusu sadece toplumsal, politik, dini, etnik, kültürel, ekonomik, idari ve hukuksal yönlerden ibaret değildir. Göç, aynı zamanda kapsamlı olarak bireyleri ve toplumları, temel insan haklarından, yaşama hakkından, can ve mal güvenliğinden yoksun bırakma gibi kapsamlı ve tahripkâr niteliği olan bir olgudur. Kültürel sınırların zorlandığı, yaşam tarzlarının her zaman uyuşmadığı, kimi zaman sert, kimi zaman da yumuşak geçişlerle bireyi toplumsal savrulmalara ittiği göç olgusu, her zaman düşünce yolculuklarında da yer almıştır. Çağdaş düşünür, E. Said'in işaret ettiği üzere, göç, ‘kesintili bir var olma durumudur' (akt. Chambers, 2014).

TOPLUMSAL DEĞİŞİMİN BİR BİLEŞENİ OLARAK GÖÇ

Sosyolojik bir gerçeklik olan ‘ilerleme' ve ‘gelişme'ye dayalı değişim süreçleri, toplumlarda kendiliğinden oluşmaz. Çakır (2011)'a göre, toplumsal olguların veya süreçlerin, neden-sonuç ilişkisi bağlamında açıklanarak toplumların ilerlemesi ve gelişmesi için öncelikle değişmesi gerekir. Aksi durumda, toplumsal ilerleme gerçekleşmez. Göç olgusunu bu açıdan ele almak, temelinde yatan nedenleri ve getirdiği sonuçlarıyla beraber sosyo-kültürel bir değişim aracı olarak görmek isabetli olacaktır. Göç, kısa ve uzun vadeli ekonomik yaşamda hem göçle gelenler hem de yerleşik olanlar (mukim) için yeni sosyokültürel koşulları ortaya çıkarmaktadır. Bu koşullar, bir taraftan ekonomiye canlılık kazandırırken diğer taraftan yeni bir egemenlik ve istismar, sömürü ilişkisinin oluşmasına da zemin hazırlamaktadır. Bu durumu Ekici ve Tuncel (2015) yaptıkları çalışmada şöyle özetlemektedirler; ‘sahip ol(a)mama durumu, sahip olma isteği ile yer bulma çabasının göçle gelenler açısından hayati öneme sahip olması, göçenlerin risk alma düzeyini yükseltmektedir.'

Burada göç ve göç olgusu kavramları ile birlikte açıklanması gereken bir başka kavram da uyum sürecidir. Zira göç edilen yerde toplumsal uyum süreçleri (hatta toplumsal kabul süreçleri) etkin ve zamanında işlemez, hatta göçle gelenlere karşı olumsuz bir tutum ve söylem içinde bulunulması durumunda, göç edenlerin yeniden göç etme eylemine geçecekleri bilinen bir durumdur. Tüm göç süreçlerinin temelinde bireyin öznel davranışı yatmaktadır. Bu davranış, eylem süreçleri, uyum içerisinde yaşanmadığında göç eylemi işlevselliğini yitirir. Daha açık bir söylemle yerleşilen yerlere ‘uyum' gerçekleşmediği takdirde, göç eylemi tamamlanmamış demektir.

GÖÇÜN ÖZNESİ ve NEDENLERİ

İnsanlar, yaşadıkları yerleri farklı nedenlerle terk etmek zorunda kalmışlardır. İnsanın özgür iradesi dışında gelişen tabiat olayları (depremler, iklim değişikliklerine bağlı düzensiz yağışların yol açtığı kuraklık ve tarım alanlarının kullanılamaz hale gelmesi, hastalıklar vs.) tarihsel süreç içerisinde göçün en önemli nedenlerini oluşturmuşken, son yüzyılda asıl ve en önemli belirleyici unsur olarak, ekonomi, siyasal-politik uyuşmazlıklar, dini farklılıklar, farklı etnik gruplara karşı tahammülsüzlük ve daha pek çok toplumsal neden ön plana çıkmaya başlamıştır.

Nedeni ne olursa olsun her göç, beraberinde riskleri de barındırmakta. Yapılan araştırmalara göre, göçün nedenlerine bağlı olarak, göç edilen yerde de göçün sonuçları da farklı olmaktadır. Sözgelimi, savaş nedenli göçlerin yol açtığı sonuçlar, siyasi veya ekonomik nedenli göçlerin yarattığı sonuçlarla aynı değildir. Bu bağlamda, göçün hangi nedenlerle gerçekleştiğinin bilinmesi, yol açacağı sonuçlara ilişkin kestirimlerde (öngörülerde) bulunulması açısından da önemlidir.

Göçle yeni bir yere yerleşen birey, bir taraftan geldiği yere alışmaya ve burada kendisine alan açmaya ve yer tutmaya çalışırken, öte yandan hayatta kalma, yok olmama, sahip olduklarını kaybetmeme gayreti içerisine de girmektedir. Bireyin dinamik bir hayat yaşamasını zorunlu kılan bütün bu süreçler, ayakta kalabilme, var olma veya kazanabilmek için çok yönlü bir mücadeleye dâhil olmasını da beraberinde getirmektedir. Her göçmenin bildiği gerçek şudur ki, göçtükleri yeni yerde, hayatta kalabilmeleri ve geldikleri yerden daha güçlü olabilmeleri, benzer özelliklere sahip toplumsal kesim veya kesimlerle güçlü ve yakın bir dayanışma ilişkisi içerisinde birlikte hareket etmesine bağlıdır. Bu duruma bağlı olarak da sivil-dayanışma oluşumları meydana getirirler (dernek, vakıf vb. organizasyonlar gibi).

İnsanın doğduğu ve içinde bulunduğu yerle olan bağının zedelenmesine (hatta kalıcı olarak tahrip olmasına) neden olan göç, bireyin iç dünyasında da birçok sorunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Yaygın tanımlama ile ifade edecek olursak, sağlıklı insan (bir yönüyle), doğal ve/veya sosyal çevresiyle uyumlu insandır. Bireysel psikoloji açısından bakıldığında, insanın inancı, düşüncesi, hayalleri, tutkuları, alışkanlıkları, tutum ve bu tutumlara bağlı eylemlerinin belirlenmesinde hem toplumsal hem de maddi çevresinin etkisi büyüktür. Bu açıdan bakıldığında, göçün bireyin üzerinde stres, kaygı ve travmatik sonuçlarının da olabileceği bilinmelidir.

Göçün yol açtığı sonuçların yanı sıra, göçe neden olan unsurlar da bir o kadar önemlidir. Zira hiç kimse, doğup büyüdüğü ve yaşamının başlangıcı olarak konumlandırdığı yerden kalıcı olarak göç etmek istemez. Bu bağlamda göç olgusu, pek çok bilimsel disiplinin inceleme konusudur.

II. Dünya savaşından sonra Avrupa'nın en büyük zorunlu göçü olan 1989 Bulgaristan Türkleri'nin Türkiye'ye göçü, pek çok açıdan, (sosyoloji, ekonomi, sosyal psikoloji, tarih, bireysel psikoloji, politika vs.) ele alınabilir. Zira nedenlerinin yanı sıra, yol açtığı sonuçları itibarı ile oldukça geniş araştırma imkânı sunan bu göç hareketi, kimilerine göre ‘sınır dışı etme' kimlerine göre ise ‘büyük turistik gezi'dir. Uygar dünyanın gözü önünde gerçekleşen bu büyük kitlesel hareketin elbette tarihsel ve politik nedenleri olduğu gibi, sosyal psikolojik nedenleri ve de yol açtığı sonuçları vardır.

BİR GÖÇÜN ANATOMİSİ: 1989 GÖÇÜ ve BULGARİSTAN TÜRLERİNİN YÜRÜYÜŞÜ

(Yeni Vatanın Adı: Bulgaristan)

Yapılan araştırmalara göre Türkler, Balkanlara (ve bugünkü Bulgaristan topraklarına) IV. yüzyıldan başlayarak XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar (neredeyse on beş asır boyunca) akınlar düzenlemiş, buralara yerleşmiş ve bölgenin en uç noktalarına kadar gelip bu bereketli toprakları yer-yurt edinmişlerdir. Memişoğlu (2015)'nun çalışmalarına göre, bugünkü Bulgaristan ve Balkan topraklarına Türkler, farklı iki dönemde ve iki yönden gelmişlerdir. Birinci dönemde, IV-XIII. yüzyılları arasında, Tuna nehri boyuna ve Balkanlara yerleşen Türkler, Orta Asya'dan ve Karadeniz'in kuzeyinden gelmişlerdir. İkinci dönemde ise XIV-XIX. yüzyılları arasında Anadolu'dan göç eden (fetih felsefesine uygun olarak Balkanlarda ele geçirilen toprakların Türk-İslamlaşması için zaman zaman zorunlu iskâna tabi olarak yerleştirilen çok sayıda Müslüman - Türk aile de olmuştur. Özellikle İstanbul, Bursa, İzmir ve Balıkesir bölgelerinden pek çok aile Balkan topraklarına zorunlu yerleştirilmişlerdir) Osmanlı Türkleri olmuştur. Bilindiği gibi, 1393 yılında Süleyman Çelebi komutasındaki Osmanlı ordusunun Tırnova'yı ele geçirmesi ile Bulgar Krallığı sona ermiş ve Bulgaristan toprakları, Osmanlı egemenliğine geçmiştir.

Bugünkü Bulgaristan Türklerinin ataları; ana dilleri Türkçe olan Türkmen ve Yörük kökenli Anadolu'dan getirilen Türk aşiretleridir (Son yıllarda, Türkiye basınında yer alan ve zaman zaman siyasi elit tarafından da kullanılan ‘Bulgar Türkleri' ifadesi, Türkiye'de ve Bulgaristan'da yaşayan Bulgaristan Türklerini rahatsız etmekte. Hiçbir etnik yapı, etnik köken bir başka etnik kökene, etnik yapıya ait olamaz. Bu yaklaşım ve bilinçsizce kullanılan bir ifadenin hiçbir sosyolojik temeli olmadığı gibi, tarihsel gerçeklerle de asla bağdaşmamakta. Bulgaristan'da ve tüm Balkan coğrafyasında Türkler, kimlikleri ile inançları ile asırlardır vardır ve birlikte yaşadıkları diğer etnik unsurlarla da barış ve huzur içinde yaşamışlardır ve yaşamaya da devam etmektedirler). Bayar'a göre (akt. Artkın, 2015) Bulgaristan'a yerleştirilen Türk kavimleri üç ana grupta değerlendirilebilir. Bunlar, Konyarlar (Sultan II. Murat döneminde bugünkü Konya bölgesinde Bulgaristan topraklarına yerleştirilenler), Yörükler (Bulgaristan şehirlerine ve köylerine yerleştirilen en büyük Türk aşiretidir) ve Tatarlardır (ilk Tatarların Bulgaristan'a Timur istilasından kaçarak geldikleri bilinmektedir).

GÜÇ KAYBI ve BERABERİNDE YAŞANANLAR

İkinci Viyana kuşatmasından sonra Osmanlı Devleti, duraklama dönemine girmiş, gücü de sorgulanmaya başlanmış ve bu durum, beraberinde Balkanlarda düzensizlik ve isyanlar getirmiştir. Kuzeyde gücü her gün artan ve ebedi hedefi, sıcak denizlere inmek olan Rusya'nın Balkan milletleri üzerinde ‘koruyucu' rolü üstlenmesi (1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması ile Rusya'nın Balkanlarda bulunun Ortodoks Hıristiyanların hamisi olduğu resmen yer almıştır) ve Osmanlı etnik mozaiğini bozan panislavist politikaları yayması, bölgede yaşayan Türk-Müslüman toplumunu zamanla rahatsız etmeye başlamıştır. Dinçer'e göre (akt. Artkın, 2015) 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşından sonraki yıllarda, Rus panislavistler ile milliyetçi Bulgarlar arasındaki ilişkiler, gelişmeye başlar ve zaman zaman küçük-yerel düzeyde de olsa Osmanlı'ya karşı Bulgar ayaklanmaları baş gösterir (bunda Osmanlı Devletinin yerel yöneticilerinin de elbette büyük payı vardır). 1860 yılına gelindiğinde ise ayaklanmalar, daha organize olmaya, gizli örgütlenmelerle halk arasında yayılmaya başlar. Nitekim Nisan Ayaklanması [Bulg: Àprilskoto Vıstaniye)] olarak da bilinen en büyük Bulgar isyanı, Nisan 1876 yılında kendini gösterir. Ancak, isyan bastırılır ve yakalanan sorumlular mahkemeye çıkarıl. Nisan Ayaklanması'nın üzerinden sadece bir yıl geçtikten sonra 1877'de Rusya, çeşitli bahanelerle Osmanlı Devletine savaş açmıştır. ‘93 Harbi' (Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden yaygın olarak '93 Harbi' denir') olarak da bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın sonuçları, Bulgaristan Türkleri açısından, Artkın (2015)'ın ifadesi ile tam anlamıyla bir ‘yıkım'dır. Zira Bulgaristan Türkleri açısından Anadolu topraklarına ilk ve en kapsamlı ‘zorunlu göç', bu savaş sonrasında olmuştur. Yedi ay süren bu savaş sonrasında beş yüz binden fazla Türk, yüzyıllardır yaşadıkları bölgelerden Anadolu'ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu durumu, R. Furneaux (1971), şöyle anlatır: ‘...Orhaniye'den geçerken, kuzeyden gelen yolların kaçmakta olan Türk köylüleriyle dolu olduğunu gördük. İlerlemeye çalışan aç, ümitsiz ve perişan göçmenlerin meydana getirdiği kuyruklar, göz alabildiğine kilometrelerce uzanıyordu. Nineler, dedeler, bebeler; tencereler, tavalar, çuvallar ve denklerle yüklü binlerce öküz arabasını erkekler ya da yaşamaya kesin kararlı kadınlar sürüyordu. Arabaların etrafı yaya giden binlerce kadın, erkek ve çocukla doluydu...' oluşan bu göç dalgasına, ‘muhaceret', ‘hicret' kavramları kullanılırken, göç edenlere de ‘Rumeli Muhacirleri' veya kısaca ‘muhacir' denilmektedir. İnanç ve Yazıcı (2018)'ya göre 1878'de, Tuna vilayetinde (Balkan sıradağları ile Tuna nehri arasında kalan bölge) yaşayan nüfusun yaklaşık yarısını Türk-Müslümanlar oluşturmaktaydı. Bu durum, Rusya'ya göre kurulması hedeflenen Milli Bulgar Devleti için ciddi bir sorundu. Oysa 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının sonunda çok taraflı olarak imzalanan Berlin anlaşmasına göre Bulgaristan'da yaşayan Türklerin tüm hakları güvence altına alınmış ve özerk Bulgar Prensliğine de bu konuda belli sorumluluklar yüklenmiştir. Ancak tüm bunlar, göz ardı edildi ve savaş sonrasında Rus ordularının Bulgaristan topraklarını terk etmesinden sonra Şimşir (1986)'in ifadesi ile Bulgaristan'da yaşayan Türklere karşı adeta sıkıyönetim ilan edildi. Bulgaristan Prensliği'nin kuruluşundan (1978) Balkan Savaşları'na (1912-1913) kadar yaklaşık yirmi beş yıl boyunca Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç devam etmiştir. Nitekim Çolak (2003)'a göre (akt. İnanç ve Yazıcı, 2018) Balkan Savaşları sonucunda yaklaşık iki yüz bin Türk - Müslüman, Bulgaristan topraklarını terk edip Anadolu topraklarına sığınmak zorunda kalmıştır. Balkan savaşları sonrasında da Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç hareketleri devam etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması ile ilk kez Bulgaristan'la Türkiye Cumhuriyeti arasında 1925 yılında İkamet Sözleşmesi imzalanmıştır. Bu sözleşme ile Türklerin göçü, ilk kez resmi olarak kayıt altına alınmış ve düzenli hale getirilmiştir. 1940 - 1949 yılları arasında Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçler, göreceli de olsa azalmıştır. Ancak bu durgunluk, 1950'de Bulgaristan'ın Türkiye'ye nota ile (üç ay gibi kısa bir sürede) yaklaşık iki yüz elli bin kadar Bulgaristan Türk'ünün Türkiye'ye göç etmesi gerektiğinin açıkça bildirilmesi ile bozulmuştur. Bunun neticesinde Bulgaristan'dan Türkiye'ye iki yüz bini aşkın Türk göç etmiştir. İki ülke arasında süre gelen anlaşmazlıklar ve siyasi gerginlikler, pek çok sonuç doğurmuş ve bu durumdan en çok olumsuz yönde etkilenen kesim her zaman Bulgaristan Türkleri olmuştur. Zira 1968 yılına kadar iki ülke arasında kapsamlı bir göç anlaması yapılmamış, ancak 22.02.1968 tarihinde iki ülke arasında yapılan Yakın Akraba Göç Anlaşması ile yüz otuz bini aşkın Bulgaristan Türküne yeniden Türkiye yolları gözükmüştür. Sonuç olarak, 1923 - 1980 yılları arasında gerek resmi yollardan ve gerekse de gayri resmi yollardan Türkiye'ye göç eden (ve farklı nedenlerle dönemin Bulgaristan hükümetleri tarafından zorunlu göçe tabi tutulan - sınır dışı edilen) Bulgaristan Türklerinin sayısı beş yüz bini aşmıştır.

ARALIK 1984'te YAŞANANLAR

1956 yılında Todor Jivkov'un iktidara gelmesi ve Bulgar Komünist Partisi'nin başına geçmesi ile birlikte, Bulgaristan'da yaşayan Türkler için farklı bir süreç başlamıştır. 1989 yılına kadar iktidarı elinde bulunduran T. Jivkov yönetimi, pek çok ikili ve uluslararası anlaşmaları da hiçe sayarak ülkede yaşayan azınlıkların haklarını ellerinden almış ve Atasoyu (2018)'un ifadesi ile ‘homojen bir sosyalist Bulgar ulusu' yaratmak amacıyla, önce Pomaklar ve Romanlar, sonra da Tatarlar ve nihai olarak da Türkler, asimile edilmeye çalışmıştır. Nitekim bu kapsamda; Türk ve Bulgar okulları birleştirilmiştir. Türkçe yayımlanan bazı gazete ve dergiler yasaklanmış, müftülüklerde görevli uzman din adamlarının sayısı azaltılmış ve beraberinde de yeni camilerin inşasına izin verilmemiş ve daha pek çok kültürel kısıtlamalara gidilmiş ve nihayet, yavaş yavaş uzun yılardır hazırlıkları yapılan, son darbe Aralık 1984 yılında vurulmaya çalışılmış ve ülkede yaşayan yüz binlerce Türk'ün adı, soyadı, vefat etmiş anne babalarının da adı ve soyadları Slav isimleri ile zorla değiştirilmeye başlanmıştır. Üç ay gibi kısa bir zamanda Bulgaristan'da yaşayan tüm Türklerin adları değiştirilmiş, karşı çıkanlar da ya toplama kamplarına gönderilmiş veya değişik yaptırımlara maruz kalmış (çocukların okula kayıtlarının yapılmaması, bankada hesap açılmaması ve daha pek çok resmi iş ve işlemlerin yapılmaması), cezalara çarptırılmıştır. Komünist rejimin ‘Yeniden Doğuş' [Bulg: Vızroditelen protzes: Esasında bu kavramın seçilmesinin özel ve derin bir anlamı vardır. Zira Komünist parti yöneticilerine göre, ülkede etnik Türk yoktur. Zorla Müslümanlaştırılmış Bulgarlar vardır. Yeniden doğuş süreci ile birlikte, sözde Bulgarlar özüne geri dönmüş olacaklardır. Oysa bu yaklaşım, çok basittir ve tarihsel gerçekliklerden tamamen kopuktur. Gerek sosyal psikoloji açısından ve gerekse de bireysel psikoloji açısından bilinen bir gerçekliktir ki, insanın adının değiştirilmesi ile yüzyıllardır içinde yaşadığı kültürel, geleneksel yaşam biçiminden koparılması, o toplumda derin ve onarılmaz travmalar yaratır. Bu arada, değiştirilen sadece isimler değildi; beraberinde Türk-İslam kültürüne dair ne varsa (giyim tarzı, dini merasimler, bayramlar, cenaze defin işlemleri ve daha pek çok dini-kültürel geleneksel davranış ve yaşam biçimleri) tamamının silinmesi, yok edilmesi hedeflenmişti. Bunun için Türkçe konuşmak dâhil, Türklüğe dahi ne varsa toptan yasaklanmış, bu yasalara uymayanlar da çeşitli cezalara en ağır şekilde çarptırılmışlardır] olarak adlandırdığı bu insanlık dışı uygulama, tüm dünyanın gözleri önünde yaşanmıştır. Bu süreçle, Türkler, öz kimliğinden, yüzyıllardır yaşattıkları geleneklerinden koparılmaya çalışılmıştır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Devlet eliyle yapılan tüm bu uygulamaların hiçbiri, insanlıkla bağdaşmamaktadır (kapalı kapılar ardında pek sağduyulu Bulgar entelektüel, bu durumu kabul etmemiş, Türklere ve tüm azınlıklara yapılanları insan haklarına aykırı bulmuştur). Görülen o ki, bu uygulamaların hiçbiri olumlu sonuç vermemiş, tam tersi, Türklerin Bulgaristan Devleti'ne karşı güvensizlik beslemelerine neden olmuştur. Oysa Bulgaristan Türkleri, hiçbir zaman ülkelerine ihanet etmemiş, bayrağına, milli marşına saldırmamış, saygısızlık etmemiş, baskıların en fazla olduğu zamanlarda bile, işine sıkı sıkıya sarılmış, çocuklarını okullara göndermiş ve çocuklarının geleceği ile ilgili bu ülkede yatırımlar yapmıştır. Bulgaristan Türkleri, yan yana yaşadıkları Bulgar komşularına karşı hiçbir zaman olumsuz tutum ve davranış içine girmemiştir. Onların mutlukları ile mutlu olmuş, acılarını paylaşmıştır. Atasoy (2010), Bulgaristan Türkleri için şu tespitte bulunmaktadır: ‘...Bulgaristan Türkleri, tarihin hiçbir döneminde Bulgaristan'ın parçalanmasını veya bölünmesi için planlı ve örgütlü bir girişimde bulunmamışlardır. Balkan azınlıkları arasında yaşadıkları toprakları ve yaşadıkları vatanını Bulgaristan Türkleri kadar seven ve sahiplenen, Bulgaristan Türkleri kadar uysal başka bir azınlık örneği çok nadirdir. Bulgaristan Türkleri'nin ne Türklük aidiyetleri, ne de yaşadıkları ülkeye olan vatan aidiyeti sorgulanamaz...'

YENİDEN GÖÇ YOLLARINDA

İnsan, ancak bir süre baskılara dayanabilir. Bu, bilinen psikolojik bir gerçekliktir. Resmi olmayan rakamlara göre 1984-1989 yılları arasında, rejim güçleri tarafından 700-900 arasında Bulgaristan Türkü öldürülmüş ve çok daha fazlası da Belene kampında veya farklı cezaevlerinde değişik işkencelere maruz kalmıştır. 1989 yılının Mayıs ayı, Bulgaristan Türkleri açısından bir dönüm noktasıdır. Zira Türklerin yaşadığı pek çok bölgede yoğun protestolar düzenlemiş, açlık grevleri yapılmıştır. (Bu protestolarda, annesinin sırtında bulunan on sekiz aylık Türkan bebek de polis kurşunuyla hayatını kaybetmiştir. Ve daha pek çok masum insan, darp edilmiş, aşağılanmış, yok sayılmış, ülkenin değişik yerlerine sürgün edilmiştir.) Ülkede yaşanan haksızlıklar, rejimin insanlık dışı uygulamaları, sağduyu sahibi - aklıselim pek çok entelektüel Bulgar'ı da rahatsız etmiş, bu duruma onlar da sessiz kalmamış, duygu ve düşüncelerini daha yüksek sesle dile getirmeye başlamışlardır. Nihayet, T. Jivkov'un radyo ve televizyonlardan yayınlanan konuşmasında; isteyen her Bulgaristan Müslüman'ının (Türkün) Türkiye'ye geçici veya daimi olarak gidebileceğini, bunun için Türkiye'nin sınır kapılarını açması gerektiğine ilişkin uzun konuşmasından sonra, ülkede yaşayan Türkler, pasaport dairelerine koşarlar. Gruev ve Kalyonski (2008)'ye göre T. Jivkov'un amacı 100-150 bin Bulgaristan Türk'ünün Türkiye'ye sınır dışı etmekti. Tamamen Komünist partinin güdümündeki Bulgaristan medyası bu duruma ‘Büyük Gezinti' [Bulg: Golyamata eskurziya] adını vermişti. Oysa yaşanan gezinti'den çok daha fazlaydı. Zira aklı başında hiçbir insan, geziye kamyonla gitmez, kullanılabilir tüm ev eşyalarını beraberinde götürmez. Bunun tam ve açık adı, Bulgaristan Türklerinin 1989 Zorunlu Göçü'dür. Bu, göç etmek zorunda bırakılmış insanların hazin ve acıklı hikâyesidir. Kimisi tüm ailesi ile kimisi ailesinin bir-iki eksiği ile kimisi yaşlısı ile kimisi de kucağında bir-iki haftalık bebeği ile bilinmezliklerle dolu Anadolu yollarındaydı artık.

Her göçün bir hikâyesi, yaşanmışlığı vardır. Siyasi, ekonomik, diplomatik, sosyolojik pek çok açıdan ele alınabilecek bir insan hikâyesidir göçler. Bulgaristan Türkleri açısından ise durum çok daha farklı ve fazladır. Yüzyıllardır vatan, yurt, aile, ocak bildikleri topraklarından kalkıp, adının Türkiye olduğunu bildikleri ve herkesin serbestçe Türkçe konuştuğunu duydukları, uçsuz bucaksız kocaman Anavatan'da kendilerini neyin beklediğini, tam olarak ne ile karşılaşacaklarından habersiz kavurucu haziran güneşinin altında yollara düştüler. Giden herkesin ana düşüncesi; bir daha geri dönmemek'ti. Vedalaşmalar, ağlamalar, sınır kapılarına kadar uğurlamalar, parçalanan aileler vs. Tüm bunlar, ekonominin, diplomasinin, politikanın, iktisadın ve daha pek çok disiplinin konusu değil elbette. Ancak göç, yazılıp çizilenden, anlatılandan, sayılardan hatta medyada gösterilenden çok ama çok daha fazlasıdır. Göç, duygudur, hasretliktir. Göçmenin rüyaları, hep geldiği yerde geçer. Doksanını devirmiş, asırlık çınar olmaya ramak kalmış, aba poturlu, kırmızı kuşaklı, canlı tarih dedelerin, gözyaşları içinde kendi anne-babasının mezarları ile vedalaşmasının diğer adıdır Bulgaristan Türkleri için göç. Bugün gidilip yarın da dönülecek bir yaşayış değildir göç. Zamanın katıksız güdümlü medyanın ucuzundan ifade ettiği ‘Büyük gezinti' asla değildir 1989 Bulgaristan Türklerinin Anadolu'ya göçü. Kökünden sökülen asırlık çınarların, yaşayışın kopuşudur. ‘Biz yaşadık zorlukları, çocuklarımız, torunlarımız yaşamasın' diyen anne-babaların gözyaşları içinde doğup büyüdükleri, çocukluklarının ve gençliklerinin geçtiği toprakları bırakıp gitmesidir Bulgaristan Türkleri için 1989 göçü.

Göçten sadece aylar sonra, Bulgaristan'da rejim değişti. Bir kez daha görüldü ki Bulgaristan'da yaşayan Türklerin bu ülke ile ülkenin diğer etnik unsurları ile kültürü ile bayrağı ile asla ama asla bir derdi yoktur. Hiçbir zaman da olmadı. O çalışkan, disiplinli insanlar, çocukları için geleceği için yeniden işine gücüne geri döndü. Münferit birkaç olayın dışından Türk-Bulgar etnik gerilimin yüz bulmadığı bu bereketli topraklara bugün, Türkiye'de emekli olmuş, 1989'un orta yaş çalışkan insanları, köyüne geri dönüp, evini, yerini yenileyip, torunları ile emekliliğinin tadını çıkarmaktadırlar.

KAYNAKÇA:
- ATASOY, E. (2010), ‘Siyasi Coğrafya ışığında Bulgaristan Türklerinin 1989 yılındaki zorunlu göçü', İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü, Coğrafya dergisi, Sayı: 21, Yıl: 2010
- ATASOY, E. (2018), ‘Asimilasyon çemberindeki Bulgaristan Müslümanları' 1. baskı, Beta yayınları, İstanbul
- ARTKIN, F. (2015), ‘Osmanlı İmparatorluğu döneminde Bulgaristan', Yeni Türkiye dergisi, Sayı: 66, Yıl: 21, Mart-Haziran 2015.
- CHAMBERS, İ. (2014), ‘Göç, kültür, kimlik', (Çeviren: İ. Türkmen, M. Beşikçi), 2. Basım, Ayrıntı yay. İstanbul
- ÇAKIR, S. (2011), ‘Geleneksel Türk kültüründe göç ve toplumsal değişme', Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler dergisi, Sayı: 24, Aralık 2011
- DENİSOVA, A. (2019), ‘Migratsiya' [akt: https://www.coe.int/bg/web/compass/migration] (erişim tarihi: 24.06.2019)
- EKİCİ, S. & TUNCEL, G. (2015), ‘Göç ve insan', Birey ve Toplum dergisi, Cilt: 5, Sayı: 9, Bahar 2015
- FURNEAUX, R. (1971), ‘Tuna nehri akmam diyor', (Çeviren: Ş. D. Türkömer), 1. Basım, Milliyet yayınları, İstanbul
- GRUEV, M. & KALYONSKY, A. (2008), ‘Vızroditelniyat protzes. Müsyulmanskite obşnosti i komunistiçeskiyat rejim' İzdatelstvo: Siela, Sofya
- İNANÇ, H. & YAZICI, B. (2018), ‘Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçler, Bulgaristan diasporası ve uluslaşma!' Balkan ve Yakındoğu Sosyal Bilimler dergisi, Sayı: 4, Yıl: 2018
- KİRAZ, C. (2016), ‘Umutlu Arayışımızın Öteki Adı: Göçmenlik', Rumeli, haber, yorum, Araştırma ve Kültür dergisi, Sayı: 46-47, Aralık 2016
- KOÇAK, Y. & TERZİ, E. (2012), ‘Türkiye'de göç olgusu, göç edenlerin kentlere olan etkileri ve çözüm önerileri', Kafkas Üniversitesi İİBF dergisi, Cilt: 3, Sayı: 3, yıl: 2012
- MEMİŞOĞLU, H. (2015), ‘Türklerin Bulgaristan'a ve Balkanlar'a yerleşmesi', Yeni Türkiye dergisi, Sayı: 66, Yıl: 21, Mart-Haziran 2015
- ŞİMŞİR, B. (1986), ‘Bulgaristan Türkleri', Bilgi yay. Ankara

YAZARIN DİĞER YAZILARI