(1. Bölüm)
Cemil KİRAZ
cemil_kiraz@hotmail.com
İnsan, Kendini Dilinde Gösterir
Her ulus, seküler bağlamda kendi sosyal varlık koşullarını kendisi oluşturmak ister. Kendi varoluşunun devamı olarak gördüğü çocuklarını da buna göre yetiştirmek ve hayata ona göre hazırlama arzusundadır. Bu bağlamda; dil ve eğitim, insan hayatının tüm safhaları için vazgeçilmezdir. Nitekim E. Durkheim, eğitimi, “olgun nesiller tarafından henüz yetişmemiz nesiller üzerinde yapılan etki” olarak açıklar (akt. Giorgetti, 2016).
Dili sadece bir iletim ve aktarım aracı olarak görmemek gerekir. Dil, düşünmedir, duygudur, canlıdır. Anadil dediğimizde de tam olarak bunu kastediyoruz; düşünmemizi, duygumuzu ve canımızı. Anadilde eğitim denildiğinde de sadece teknik bir durumdan söz edilmiyor. Unutmamamız gerekir ki geçmişimizle bağımızı, etkin olarak ancak anadilimizle kurabiliriz. Bu bağlamda her millet, kendi geleneklerini, yaşama biçimlerini, tüm kültürel ritüellerini ancak içinde yoğrulduğu dili ile gelecek nesillere aktarabilir. Toplumsal bir varlık olarak insan, dili ile yaşar ve dili ile inancını, bilgisini, sanatsal duyarlılığını, ilişkilerini ve daha pek çok temel insani özelliğini zenginleştirir ve dili ile hissettiklerini aktarır(iletir). Bir milleti, bir topluluğu, bir kültürü, kendi özünden, kendi geçmişinden, kendi duygularından kısacası onu o yapan tüm değerlerinden uzaklaştırmak(ayırmak) istenirse işe dilden başlamak gerekir. İnsanın kendine yabancılaşması, diline yabancılaşması ile başlar. Dil-düşünce ilişkisini ve dilin düşünce için önemini en iyi özetleyen L. Wittgenstein (2016)’ın “Dilimin sınırları, dünyamın sınırladır.” sözüdür. Bu bakımdan, insanı dilinden koparmak, onu dünyasından koparmakla eş anlamlıdır.
Bu çerçevede, bu yazıda, Bulgaristan Türklerinin kendi anadillerinde konuşmak, anadillerinde eğitim almak, anadillerinde okuyabilmek, yazabilmek; kısaca anadillerini yaşatmak için verdikleri mücadelenin kısa öyküsü ele alınacaktır.
Nereden ve Ne Zaman Geldik? Hatırlayalım
Yapılan araştırmalara göre Türkler, Balkanlara ve bugünkü Bulgaristan topraklarına IV. yüzyıldan başlayarak XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar akınlar düzenlemiş, buralara yerleşmiş ve bölgenin en uç noktalarına kadar gelip bu bereketli toprakları yer(yurt) edinmişlerdir (Kiraz, 2019). Memişoğlu (2015)’nun çalışmalarına göre, bugünkü Bulgaristan ve Balkan topraklarına Türkler, farklı iki dönemde ve iki yönden gelmişlerdir. Birinci dönemde, M.S. IV-XIII. yüzyılları arasında, Tuna nehri boyuna ve Balkanlara yerleşen Türkler, Orta Asya’dan ve Karadeniz’in kuzeyinden gelmişlerdir. İkinci dönemde ise XIV - XIX. yüzyılları arasında Anadolu’dan göç eden (Balkanlarda ele geçirilen topraklara zorunlu iskâna tabi olarak yerleştirilen çok sayıda Müslüman – Türk aile de olmuştur. Özellikle İstanbul, Bursa, İzmir ve Balıkesir bölgelerinden pek çok aile, Balkan topraklarına yerleştirilmişlerdir) Osmanlı Türkleri olmuştur. Bilindiği gibi 1393 yılında Süleyman Çelebi komutasındaki Osmanlı ordusunun Tırnova’yı ele geçirmesi ile Bulgar Krallığı sona ermiş ve Bulgaristan toprakları, Osmanlı yönetimine geçmiştir (Kiraz, 2019).
Bugünkü Bulgaristan Türklerinin ataları, ana dilleri Türkçe olan Türkmen ve Yörük kökenli Anadolu’dan getirilen Türk aşiretleridir. Bayar’a göre (akt. Artkın, 2015) Bulgaristan’a yerleştirilen Türk kavimleri üç ana grupta değerlendirilebilir. Bunlar, Konyarlar (Sultan II. Murat [d:1785 ö:1839] döneminde bugünkü Konya bölgesinde Bulgaristan topraklarına yerleştirilenler), Yörükler (Bulgaristan şehirlerine ve köylerine yerleştirilen en büyük Türk aşireti.) ve Tatarlardır (ilk Tatarların Bulgaristan’a Timur [d:1336, ö:1405] istilasından kaçarak geldikleri bilinmektedir).
Bilindiği üzere 1877-1878 Osmanlı – Rus (‘93 Harbi’ olarak da bilinir) Savaşı, Bulgaristan Türkleri açısından tam anlamıyla bir yıkım olmuştur. Yüz binlercesi suçsuz yere katledilirken bir o kadarı da Anadolu yollarında yaşamını yitirmiştir. Ancak Türklerin tamamı bu toprakları terk etmemiş, kalanlar da Frisch (2019)’in kahramanının ifadesi ile “İnsanın sevinçle değil, her gün inadına yaşadığı bir yerde kalmışlar ve her şeye tüm zorluklara rağmen (inadına!) doğup büyüdükleri, ata diyarlarını terk etmemişler.” Savaştan hemen sonra, Bulgaristan geçici bir süre ile bir Rus general tarafından yönetilmiş ve anayasa yazım çalışmalarına hemen başlanmıştır.
Anayasa Çalışmaları ve Anayasal Haklar
16 Nisan 1879’da Bulgaristan’ın ilk anayasası kabul edilir. ‘Tırnova Anayasası’ olarak da bilinen bu anayasa, çok basit yazılmış olmasına rağmen Bulgaristan’da yaşayanların tümünün eşit olmasından söz eder. Bulgar Devletinin kurucu anayasası olarak da kabul edilen bu anayasanın kabulünde, Karahasan – Çınar (2017)’ın çalışmalarına göre Türk kökenli sekiz milletvekilinin de imzası bulunmaktadır. Hukuki açıdan bakıldığında Tırnova Anayasası, Bulgar Devletinin kuruluş ve işleyişinin nasıl olması gerektiğinin ana çerçevesini çizer.
Bulgar Komünist partisinin 1944’te iktidarı ele geçirmesi ile birlikte, 1947 yılında kabul edilen yeni anayasa ile bu ülkede yaşayan Türkler, resmen ‘ulusal azınlık’ olarak kabul edilir. Aynı anayasanın 78. maddesi, ‘etnik azınlıklar, anadillerinde eğitim almak ve kendi kültürlerini geliştirme hakkına sahiptir’ şeklinde düzenlenmiştir. 1947 Bulgaristan Anayasası’nın azınlıklara karşı, görece de olsa özgürlükçü olmasının temel nedeni: II. Dünya Savaşından sonra Bulgaristan’ın 1947’da imzalamak zorunda kaldığı Paris Anlaşmasıdır. Zira bu anlaşma, imzacı devletlerin insan haklarına saygılı olmalarını, vatandaşları arasında ayrım (ırk, din, dil, cinsiyet vs.) yapmamasını garanti altına almakta. Ancak, 1971 Bulgaristan anayasasında Bulgaristan Türkleri, Arda (2019)’nın ifadesi ile adeta kaybolurlar. Türkler, artık Bulgaristan’da Türk olarak var değiller! Ya da dönemin ideolojik söylemine uygun bir ifade ile söylenecek olursa; ‘Bulgaristan’da Türk yoktur. Onlar, zorla Müslümanlaştırılmış Bulgarlardır!’. Bu yaklaşım, 1984’te yaşanacak olan ‘Yeniden doğuş sürecinin (Bulg: Vızroditelniyat protzes!) ilk adımıdır aslında. 1971 Bulgaristan anayasası, etnik kavrama (Türk, Roman, Yuna, Yahudi, Ermeni vs.) açıkça ve doğrudan gönderme yapmasa da 45. maddede ‘Bulgar asıllı olmayan uyruklar, zorunlu olan Bulgar dili dışında, kendi dillerini de öğrenme hakkına sahiptirler’ denilmektedir. Anayasanın bu açık maddesine rağmen, özellikle 1971 yılından sonra Bulgaristan Türklerinin gerçek bir okulu olamamıştır.
Antlaşmalarla Güvence Altına Alınan Temel Haklar ve Sonuçları
Bulgar Prensliğinin de kuruluşunu oluşturan ve çok taraflı bir antlaşma olan Berlin antlaşması (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan antlaşma) ile Bulgaristan, topraklarında yaşayan Türk, Romen, Rum ve diğer tüm azınlıkların haklarını koruyacağını garanti ediyordu. Bulgarlar gibi onlar da eşit haklara sahip olacaklardı. Özellikle dini vecibelerin yerine getirilmesi noktasında çok hassas maddeler içeren bu antlaşma ile Müslümanların da kamu görevlerinde bulunmalarında engel çıkarılmayacağı garanti ediliyordu. Ancak bu maddeler, hiçbir zaman tam olarak hayata geçirilemedi.
Bilindiği üzere, Bulgaristan 5 Ekim 1908 tarihinde Osmanlı Devleti’nden tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eder. 1913 yılına gelindiğinde ise (I. Balkan Savaşı sonrası) bağımsız Bulgar Devleti ile Osmanlı Devleti arasında İstanbul Barış Antlaşması imzalanır. İnan (1988)’a göre bu antlaşma, Bulgaristan’ın Osmanlı Devletinden bağımsızlığını hukuksal olarak doğrulayan ilk belgedir. Bu antlaşmaya göre masrafları Bulgar hükümetince karşılanmak üzere Türkler için ilkokul ve liseler açılacak ve zorunlu Bulgarca derslerinin yanı sıra, eğitim dili de Türkçe olacak (Anlaşmanın 7. Maddesi).
I. Dünya Savaşından sonra, 27 Kasım 1919’da imzalanan Neuilly Antlaşması da Bulgaristan’a azınlıklar konusunda bazı yükümlülükler getirmektedir. Buna göre, Bulgaristan’da yaşayan Türkler, ‘özel azınlık statüsündedir’. Antlaşmanın 55. maddesine göre, anadilleri Bulgarca olmayan uyrukların yoğun olarak yaşadığı yörelerde, sosyal ve dini haklarını kullanabilmelerini ve kendi dillerinde eğitim ve öğretim yapabilmeleri için, Bulgar hükümeti gerekli kolaylıkları sağlamayı garanti etmektedir (İnan, 1988). Oysa Şimşir’in bildirdiğine göre (akt. Börklü, 1999), 1864’te kurulan Tuna Vilayeti’nde, Mithat Paşa, büyük eğitim atılımlarını hayata geçirmiş ve sadece on bir yıl gibi kısa bir süre sonra bu vilayette Türklere ait 2700 ilkokul, 40 ortaokul ve 150 medrese olmak üzere toplam 2890 eğitim kurumunun açılmasını sağlamıştır. [Peev (2019)’e göre Tuna vilayetinin valisi Mithat Paşa, eğitim reformunu hayata geçirmek istemesinin esas amacı, ‘tek Osmanlı ulusu’ oluşturmaktı]. Bu okullar, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında büyük darbe almış, ancak 1886 yılından sonra yeniden toparlanmaya başlamıştır. Yine Şimşir’e göre (akt. Börklü, 1999), 1894-1895 eğitim – öğretim yılına gelindiğinde Bulgaristan’da Türklere ait toplam 1300 okul aktif durumdaydı.
Bulgaristan’da yaşayan Türkler açısından önemli bir başka antlaşma da Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan arasında imzalanan 15 Ekim 1925 tarihli Dostluk Antlaşması’dır. Bu metinde, her ne kadar açıkça ‘Türk azınlığı’ ibaresi geçmese de bu antlaşma ile Bulgar hükümeti, Bulgaristan’da yaşayan Müslüman azınlıkların haklarını garanti altına almayı Türkiye’ye karşı taahhüt etmiştir.
Türkiye – Bulgaristan ilişkileri, her zaman inişli-çıkışlı bir seyir izlemiştir. Ancak çoğu zaman (savaş durumları haricinde), bu ilişkilerin odak noktasını Bulgaristan Türkleri oluşturmuştur. Gerek Osmanlı Devleti ve gerekse de Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Bulgaristan Türklerinin hakkını her platformda gücü ölçüsünde her zaman korumaya, onların hamisi olmaya gayret göstermiştir. Bulgaristan Türkleri de Türkiye’yi her zaman arkalarında hissetmiştir.
‘Bulgaristan Türk Öğretmenler Birliği’nin Çabaları
Bulgar Halk Çiftçi Birliği Partisinin (Bulgarca kısaltması: BZNS) 1921’de iktidara gelmesi ile Bulgaristan Eğitim Bakanlığı, Türklerin eğitim ve kültürel hayatına ilişkin birçok olumlu düzenlemeyi hayata geçirir. Bu düzenlemelere göre, Türk okullarının denetimini ayrı bir müfettiş yapacak, ayrıca yirmiden fazla okulun bulunduğu encümenlerin kendi öğretmenlerini seçebilmesi de sağlanacak. Ayrıca, bu dönemde Türk okullarında Bulgarca eğitim verilmesinin zorunluluğu ortadan kaldırılmış, okulların gelir getirici fonlar oluşturmasının da önü açılmış ve yeni okul yapımında doğrudan Devlet desteğinin sağlanacağı karara bağlanmıştı. Yenisoy (1997)’un araştırmalarına göre, bu süreçte Şumnu’da Türk Öğretmen okulu da açılmış ve yine Türk öğretmenleri için mesleki kurslar düzenlenmişti. Ayrıca bu süreçte bir de İlahiyat okulunun da (Nüvvab)[*] da Şumnu’da açıldığını görüyoruz.
Börklü (1999)’nün araştırmalarına göre, 1920’lerde kuruluşunu ve örgütlenmesini tamamlayan Bulgaristan Türk Öğretmenler Birliği (Birlik, ilk kongresini ‘Bulgaristan Muallimin-i İslamiye Cemiyet-i İttihadiyesi’ adıyla Şumnu’da 17 Haziran 1906’da gerçekleştirir) ülke çapında örgütlenmiş durumdaydılar. Bulgaristan Türkleri arasında en etkili ve programlı çalışan örgüt, Bulgaristan Türk Öğretmenler Birliği olmuştur. Tümenoğlu (2019)’na göre bu birlik, 1928’e kadar olan süreçte Türkiye’deki gelişmeleri de yakından takip etmiş ve Bulgaristan Türklerinin Anadolu Türkleri ile paralel hareket etmesinde aktif yol gösterici olmuştur. Bu birlik, Lom’da yapılan kongrede (16.07.1928) alınan kararla, Türkiye’deki gelişmelere paralel olarak Bulgaristan’daki Türk okullarında da Latin alfabesi ile eğitime geçme kararı alır ve bu konuda hazırlıklara da başlar (Şimşir, 1986). Ancak Bulgaristan Eğitim Bakanlığı, bu girişimin hemen uygulanmasını istemez. Bunun üzerine Bulgaristan Türk Öğretmenler Birliği ve dönemin Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, Bulgaristan hükümeti nezdinde girişimlerde bulunarak bu yasaktan vazgeçilmesini talep ederler. Bu çabalar neticesinde kısa bir süre sonra, Türk okullarında Latin alfabesine geçme ertelemesinden vazgeçilir. Böylece 1928 – 1929 eğitim - öğretim yılından itibaren Türk okullarında yeni alfabeye geçildiği gibi Bulgaristan Türkleri arasında da Millet Mektepleri (yaşlı nesle yeni yazıyı öğretmeyi amaçlayan) yaygınlaşır ve yeni harfleri öğrenmeleri için bir grup Türk öğretmen, Türkiye’ye kursa gönderilir. Bu arada, yeni harflerle basılacak ders kitapları için öğretmenlerden oluşan bir komisyon da oluşturulur. Komisyonun başkanlığını da kendisi de öğretmen olan Plovdiv’li (Filibe) Ahmet Şükrü bey yapar. Memişoğlu (2002)’nun araştırmasına göre yeni harflerle ilk kitap Haskovo’da (Hasköy) ‘Bulgaristan Türk Mekteplerine Mahsus Türk Alfabesi’ adıyla Çikago basımevinde basılır. Altı çizilmesi gereken çok önemli bir nokta şudur ki; Bulgaristan Türkleri, Türkiye dışında yeni Türk alfabesini kabul eden ilk Türk topluluk olmuştur. Ancak, tüm bu olumlu gelişmeler, ne yazık ki Türk Öğretmenler Birliğinin faaliyetlerinin 1933 sonrası yasaklanmasını engelleyememiştir…
…Devam edecek….
Kaynakça: