1989'da Bulgaristan'dan Türkiye'ye yaşanan yüzbinlerin sınırdışı edilmesi, insanlık tarihinin gördüğü en büyük dramlardan, ayrılıklardan biridir. Fakat bu, bölgeden Türkiye'ye yaşanan ilk sürgün değildir. Çünkü Balkanlardan Türkiye'ye yönelik sürgünlerin ve acıların tarihi 17. yüzyıla kadar gitmektedir. Asıl yoğun sürgün ise 18. yüzyılın başından itibaren yaşanmıştır. Hatta 1927 yılına gelindiğinde 11 milyona ulaşan Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun 7 milyonunun göç sonucunda Anadolu'ya geldiği saptanmıştır. Amerikalı tarihçi Justin McCarthy'ye göre 1821 ile 1922 yılları arasında Müslümanların yaklaşık 5,5 milyonu kimi savaşlarda açlıktan ve hastalıktan canını yitirerek ölmüş, 5 milyondan fazlası ise ülkelerinden sürülüp atılmıştır. Osmanlı nüfusu konusundaki çalışmalarıyla tanınan araştırmacı Prof. Dr. Kemal Karpat ise, günümüze kadarki süreci ele alan demografik çalışmasında, göç ettirilen Türklerin ve Müslümanların sayısı ile ilgili olarak 9 milyon rakamını vermektedir. Bunun 7 milyonunu, Girit ve Ege Adalarını da içine alan Balkanlardan gelenlerin, 2 milyonunu ise Kırım, Kafkasya ve Arabistan Yarımadasından göç edenlerin oluşturduğunu belirtmektedir.
19. yüzyıl hem Osmanlı İmparatorluğu hem de Türkler için acılarla, sancılarla dolu en uzun yüzyıldır. Bir taraftan Osmanlı Devleti'nden en büyük pastayı koparma derdindeki emperyalist güçlerin saldırıları, diğer taraftan yine bu güçlerin desteklediği ve kışkırttığı çetelerin silahlı ayaklanma girişimleri ve bağımsızlık savaşı. Saldırıların ortak hedefinde ise Osmanlı Devleti'nin asli unsuru olarak görülen Müslümanlar yani Türkler yer alır. Çünkü hem emperyalist güçler hem de komitacılar, bu kadar yoğun Müslüman yani Türk'ün yaşadığı bir coğrafyada bağımsız devletlerin kurulmasının zor olduğunu görmektedirler. Hele hele yüzyıllardır yönetilmeye alışmış toplumların, Türkleri yönetmesinin zor hatta olanaksız olduğunu çok iyi bilmektedirler. Onun için yapılması gereken Türklerin tamamını bölgeden göndermek, bunun mümkün olmadığı durumda da sayısını en aza indirmektir. Peki, bu nasıl olacaktır? Aslında karmaşık gibi görünen bu sorunun yanıtı da basittir. Bunu da en iyi ifade eden de Balkanlarda Türklerin yaşadıklarını anlatan kitabına verdiği "Ölüm ve Sürgün" ismiyle Justin McCarthy'dir. Biz buna bir kavram daha ekleyelim ve Balkanlarda Müslümanlardan yani Türklerden kurtulmak için izlenen yöntemi şöyle formüle edelim: KATLİAM-SÜRGÜN VE ASİMİLASYON.
Peki, göç yaşanan bu acının, trajedinin neresinde? Evet, Balkanlardan, Kafkaslardan, Ordadoğu'dan Anadolu'ya doğru yaşanan kurtuluş mücadelesinin neresinde göç bulunmaktadır? Bu konuda öncelikle yanıtını aramamaız gereken soru, son 2 asırdır yaşanan bu insanlık trajedisine ne isim vereceğimizdir! Buna göç demek olanaksızdır, çünkü göç insanın kendi serbest iradesiyle ortaya koyduğu bir eylemdir. Tehcir diyemeyiz, çünkü tehcir bir ülke içinde bir grubun başka bir bölgeye naklidir ki, bunun da örneği 1948-50 yılları arasında Rodoplarda yaşayan Türklerin, bölgenin demografik yapısını değiştirmek amacıyla Dimitrov'un telkinleriyle Bulgaristan'ın kuzey taraflarına gönderilmesinde görmekteyiz. Terminolojik açıdan Balkanları terk edip Anadoluya yerleşmek zorunda kalmış insanların bu eylemini anlatan en iyi sözcük "SÜRGÜN"dür. Peki, Ermeni Tehcir'inin sürekli gündeme getirildiği ve daha da önemlisi amacında saptırılarak siyasallaştırldığı bir dünyada Müslümanların yani Türklerin yaşadığı bir insanlık suçu olan "SÜRGÜN" neden anlatılmamakta, neden gündeme getirilmemektedir? Konuyla ilgili olarak McCarthy şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Bulgarların, Ermenilerin, Rumların uğradığı kıyımları anlatan ders kitapları, tarih kitapları, Türklerin uğradığı aynı tür kıyımları anmazlar. Çünkü böyle bir yaklaşım tedirgin edici bir tarih yaklaşımıdır. Çünkü bu yaklaşım, Türkleri kurban olarak göstererek öyküyü anlatmaktadır. Oysa emperyalizmin tarih anlayışında Türklere biçilen rol bu değildir. Emperyalizmin Türklere biçtiği rol barbarlıktır, çağdışılılıktır. Belki de günümüzde uluslararası barışın önündeki en büyük engel batının, doğu halklarına bakışındaki bu çarpıklıktır."
Türk düşmanlığı Balkan halklarının bağımsızlık savaşlarının temel karakteristiğidir. Daha doğru bir ifadeyle Türk düşmanlığına dayanan ırkçılık isyanların temel felsefesini oluşturur. Aslında bu, hareketlerine toplumsal destek sağlamak amacıyla komitacıların başvurduğu bir yöntemdir. Çünkü birlikte yaşayan insanları birbirine düşman etmenin başkaca bir yolu yoktur. Konu, ırkçılığa ulaşan boyutuyla Bulgar şiirine bile yansımıştr. Bunun aşırıya kaçmış örneklerinden birini Çintulov'un şiirinde görmek mümkündür:
Ey büyük sevgi, içimizde alevlen!
Türklerin karşısına dikilelim!
Hepimizin yüksek sesi,
Koca Balkan'ı inletsin
Büyük küçük herkes kalksın
Silahını kuşansın!
Belinize ince kılıçlarınızı kuşanın
Atalarınızın toprağı için ayaklanın
Türklerin soyunu ezin,
Onların cesetleriyle doldurun
Geniş ovaları, derin vadileri...
Hristo Botev de Türk düşmanlığı konusunda Çintulov'dan aşağı kalmaz.
Lanetle anne, lanetle
Bizi yurdumuzdan kaçırıp
Genç yaşta yad ellerde sefil ve perişan
Süründüren Türkleri lanetle
Türkler, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 18. yüzyılda başlayan ve 93 Harbi'ne kadar devam eden ve her on onbeş yıl arayla bir savaş yaşanan savaş nedeniyle topraklarını terk etmek zorunda kalırlar. Dahası malları, mülkleri elinden alınır, yakılıp yıkılır. Tüm bu yaşananlar sonucu özellikle 1806-12 yıllarında yaşanan Osmanlı-Rus savaşlarında Dobruca ve Deliorman'dan 400 bin kadar Türk, bölgeyi terk etmek zorunda kalır. Fakat 93 Harbi'nde yaşananlar neden ve sonuçları açısından çok daha farklıdır. Savaşın amacı baştan itibaren, Çerkasky'nin de belirttiği üzere bir "ırk imha", yani soykırım savaşı olacaktır. Peki ama neden?
Bunun yanıtını vermek için o zaman ki Bulgaristan coğrafyasının nüfus yapısına bakmak gerek. Tüm araştırmalar da göstermektedir ki, Bulgar nüfus, sayı olarak azdır. Dolayısıyla sayıca az olan Bulgarla, yeni bir devleti yönetmenin ve kontrol altında tutmanın olanağı yoktur. Kısaca bağımsız Bulgaristan'ı kurmak için yapılamsı gereken, demografik yapıyı Bulgarların lehine değiştirmektir.
1868 Tuna Vilayeti Salnamesine göre demografik yapı şu şekildedir.
Umun Nüfus Müslüm Gayri Müslüm
Rusçuk 234.526 138.693 95.834
Varna 79.458 58.689 20.769
Tırnova 175.918 71.645 104.273
Tulca 57.062 39.133 17.939
Vidin 149.905 25.338 124.567
Sofya 171.505 24.410 147.095
Not: Köylerde kadınların nüfusu yazılmamıştır.
Aynı salnamede bazı şehirlerde hane sayısı şöyledir:
Şehir İslam Hıristiyan
Rusçuk 24.293 21.056
Silistre 21.616 12.137
Razgrad 43.433 15.685
Şumnu 34.624 12.839
Eskicuma 13.039 2.965
Pazarcık 13.960 3.385
Plevne 9.764 17.934
Vidin 10.839 15.818
Küstence 16.233 0.301
Hırsovo 12.426 3.672
Lofşa 21.548 15.395
1878'e gelindiğinde yapılan sayım sonucu ortaya çıkan tablo şöyledir :
Bulgarlar Bulgar Olmayanlar
Ruscuk 201.025 354.324
Varna 36.000 74.100
Turnavo 188.500 112.000
Vidin 263.000 131.000
Sofya 297.500 189.000
İstiniye 100.500 186.400
Filibe 382.500 564.600
Rus Ordusu, General Gurko komutasında Tulça üzerinden Tuna nehrine doğru, Dobruca ovası boyunca hızla ilerlemeye başlamasıyla birlikte Türklersiz bir bölge amacını gerçekleştirmek için elinden geleni yapar. Güçlü Türk ordusunun bulunduğu Şumnu ve civarıyla silahlı Türk direnişinin yaşandığı Kırcaali ve çevresi dışında bu amacını büyük oranda gerçekleştirir. Milyonlar Rus Ordularının ve Bulgar komitacılarının önü sıra kurtulmak amacıyla Anadolu'ya yönelir. Kaçamaynalar ya da yakalananlar Eski Zağra ve Harmanlı katliamlarında olduğu üzere toplu olarak yok edilir.
Rus Ordusuyla komitacılar, katliam ve saldırıların yetmediği yerde insanları doğdukları topraklardan sürmak için onları aç ve açıkta bırakmak yöntemine başvururlar. Yaklaşık iki yıl süren savaş sırasında Tuna ve Edirne vilayetlerinde Türklere ait 600 bin ton saman ve ot, 1 milyon 500 bin ton zahire, 800 bin büyükbaş ve 15 milyon küçükbaş hayvana el koyarlar. Dahası kendilerinin kullanmayacağı ne varsa yakıp yıkarlar. Bu basit ama insan onurunu ayaklar altına alan uygulamayla amaçlanan, Calvert'in belirttiği üzere, gidenlerin geri gelmesini engellemektir.
Yapılan onca saldırı ve katliamla gerçekleştirilmeye çalışılan, araştırmacı Bilal Şimşir'in dediği gibi bir "nüfus ihtilali"dir. Çünkü nüfusun yarıdan fazlasını başka etnik grupların oluşturduğu Bulgaristan'da, egemen devlet kurmanın başka bir yolu yoktur.
Evet, 1876 Nisan ayaklanmasıyla başlayıp 93 Harbiyle son bulan süreçte bazı kaynaklara göre 300 bin, bazı kaynaklara göre ise 600 bin Türk saldırılar, hastalıklar, soğuk ve açlık yüzünden yaşamını yitirmiştir. Yine aynı dönemde Amerikalı tarihçi Justin Mc Carthy'ye göre 1 milyon 253 bin Türk doğduğu topraklardan göç ettirilmiştir. Bu rakam Nedim İpek'e göre ise 1 milyon 243 bindir. Ünlü araştırmacı Bıyıklıoğlu ise daha düşük bir rakam vermektedir.
Göçlerin 93 Harbi sonrasında Berlin Kongresi kararları gereğince duracağı varsayılır. Fakat gerçekler umulanın tam tersinedir. Çünkü Bulgarlar, Osmanlı Devleti'ne bağlı bir prenslik oldukları halde Türkleri yıldırma ve sürme politikalarını devam ettirirler. Bu amaçla her türlü yönteme başvurulur. Yasalar önünde eşitlik ilkesine uyulmaz ve mahkemelerde hep Bulgarlar haklı çıkarılır. Çeşitli yöntemlerle mülkleri ellerinden alınır, angarya işlerde çalıştırılırlar, vatandaşlık haklarını kullanmaktan yoksun bırakılırlar, resmi ve gayrı resmi güçler tarafından saldırılara maruz kalırlar, gidenlerin geri gelmesini engellemek için evlerine el konulur ya da yakılır. Kısaca Türklerin, doğdukları toprakları terk edip gitmeleri için ne gerekiyorsa yapılır. Tüm bu yaşananlar nedeniyle 1 Eylül 1879'dan 1902 yılına kadar Bulgar Prensliğinden Osmanlı devletine yaklaşık 150 bin Türkün göç ettiği tahmin edilmektedir.
Bulgaristan, 1909(?) da bağımsız bir devlet olur. Fakat Sofya, Türklerden arındırılmış bir Bulgaristan yaratma konusunda herhangi bir politika değişikliğine gitmez. Her 10-15 yılda bir 100-150 bin Türkü, Bulgaristan'ı terk etmek zorunda bırakır. Kısaca Bulgaristan, bağımsız devlet olduktan sonra da demografik korkudan bir türlü kurtulamaz.
Türkiye'de 1923'te Cumhuriyetin ilanı ve yeni göç politikası Sofya'yı biraz olsun rahatlatır. Ancak gelen nüfus Bulgaristan'ın demografik yapısını beklentileri oranında değiştirmemiş olacak ki, 1930'dan itibaren Türklere yönelik baskılar artar. Özellikle Narodna Zaştita yani Vatan Savunucuları ve Trakya adlı faşist örgütler Türklere fiziki saldırılarda bulunurlar. Ölümlerin de yaşandığı bu saldırıları 19 Mayıs 1934'te yaşanan askeri rejimin koyu baskısı izler. Aydınlar hapse atılır, sürülür; eğitimlerinin önüne engel konulur, gazeteleri kapatılır, derneklerinin kapısına kilit vurulur. Kısaca Türklerin Bulgaristan'ı bırakıp gitmesi için ne gerekiyorsa yapılır. Yaşanan tüm bu gelişmeler sonucu 1923 ile 1939 yılları arasında Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç edenlerin sayısının yaklaşık 200 bin kadar olduğu sanılmaktadır.
Bulgaristan, 1944'te rejim değişikliğine sahne olur. Sağ hükümetler gitmiş yerine sol hükümetler gelmiştir. İlk andaki özgürlük ortamından Türkler umutlanır. Fakat umutların boşa olduğu kısa sürede anlaşılır. Evet, faşistler gitmiş komünistler gelmiş, rejim değişmiştir. Fakat değişmeyen tek şey vardır, o da Türklere bakıştaki benzerliktir. Kısaca demografik korku yeni rejimde de aynı şekilde devam etmektedir. Komünist Partisi'nin iktidarda bulunduğu Bulgaristan'dan Türklerin ilk gidişi 1947'de olur. Buna daha çok Türk aydınlarının Bulgaristan'dan sınırdışı edilmesi, ayrılmak zorunda bırakılması demek daha doğru olacaktır. Bunu 10 Ağustos 1950 de Bulgaristan'ın Türkiye'ye, 250 bin kişiyi kabul etmesi için nota vermesi izler. Kısaca Sofya bozulan demografik yapıyı onarmak için elinden geleni yapmakta kararlıdır. Ancak karşılıklı notalar sorunu çözmez. Sınır bir açılıp bir kapatılarak göç olgusu düzensiz bir şekilde sürer. Yine de bu süreç sonunda 159.393 kişi Türkiye'ye göç eder.
Prof. Dr. Oral Sander'e göre Bulgaristan'dan gerçekleşen göçlerin iki nedeni bulunmaktadır. Birinci neden, Bulgaristan'ın 250 bin Türkü göndererek azınlık sorununu çözme isteğidir. İkinci neden ise, 10 Ağustos 1950'de Kore savaşına asker göndereceğini açıklayan Türkiye'yi, ilave ekonomik harcamalara ve güvenlik endişelerine sokarak köşeye sıkıştırmaktır. Bu yolla hem batı yanlısı DP'nin zor durumda bırakılması hem de komünist devrimin sosyo-ekonomik altyapısı hazırlanması amaçlanmaktadır.
1947-50 göçlerinin asıl nedenlerinnin başında belki de, Bulgaristan'daki Türklerin ve Müslümanların hızlı nüfus artışı gelmektedir. O kadar ki, 1940 yılında 640 bin olan Türklerin sayısı, 1949'a gelindiğinde 210 bin artışla 850 bine ulaşmış bulunmaktadır. Üstelik İkinci Dünya Savaşında 20 bin kişi Türkiye'ye göç etmişken.
Bulgaristan'da Müslüman yani Türk nüfusunun artış hızı her zaman sorun olmuştur. O kadar ki, bir yıl önceki yoğun göçe rağmen, Müslümanların sayısı, 1952 yılına gelindiğinde hala 1 milyonun üzerindedir. Bunun 800 bin kadarını Türkler, geriye kalanını ise diğer Müslüman gruplar oluşturmaktadır. Hala bu kadar kalabalık bir kitlenin bulunuşunu varlığı için tehlike olarak gören Bulgaristan, Todor Jivkov iktidarında sorunun çözümü için daha radikal ve uzun erimli politikalara başvurur. Türk okulları kapatılır, Türkçe eğitim yavaş yavaş sınırlandırılmaya ve Türklerin Bulgar oldukları tezleri işlenmeye başlanır, sünneti yasaklanır. Kısaca bir azınlığın doğduğu topraklarda yaşamasını zorlaştırıcı her türlü önlemi alır veonlara asimilasyonla sürgün arasında bir seçenek sunar. Demografik korku 1960'larda tüm çabalara rağmen en üst düzeye çıkar. Göç, tekrar gündeme gelir. Göçün gündeme gelmesinin bir nedeni de parçalanmış aileler sorunudur. Fakat asıl neden hızla artan Türk nüfusudur. O kadar ki, 1968 yılı istatistik verilerine göre Bulgaristan'da doğan 80 bin çocuktan yalnızca 20 bini Bulgardır. Bunun Bulgaristan yöneticileri tarafından algılanışı ise çözümlenmesi gereken büyük bir tehlikedir. Artık apaçık görülmektedir ki, göçler bile bu nüfus dengesini düzeltmeye yetmeyecektir. O zaman yapılması gereken Müslümanları parçalamak ve bir taraftan başlayarak onları asimile etmektir. Öyle de olur. 1968-78 yılları arasında 130 bin Türkü, serbest göç anlaşmasıyla Türkiye'ye gönderen Sofya, 1972-74 yılları arasında ülkedeki tüm Pomakları, zorla ve kanlı bir şekilde Bulgarlaştırır, yani asimile eder. Bazılarının bu, 6. kez tanıklık ettiği, yaşamak zorunda kaldığı bir acıdır.
Adil Dede: "...1907 yılında doğduğum vakit adımı Adil koymuşlar. 1912'de bana Boris derlerdi. 1914'te gene Adil diye çağırdılar. 1939'da adımı Asen koydular. 1944-45'te gene Adil dediler. Şimdi, 1970'te adımı gene değiştirdiler, Vladimir oldu. 6 keredir değişiyor adım. Bunun sonu yok mu hiç?"
Evet. Bunun sonu yoktur. Ülkeden tüm Müslümanlar yani Türkler gidene ve kalanlar da asimile edilene kadar da olacağa benzemiyor. Pomakların asimilasyon sürecini 1981-83 yılları arasında Çingenelerin zorla asimilasyonu izler. Fakat ülkede hala, sorun olarak görülen 1 milyonun üzerinde Türk bulunmaktadır. Daha da önemlisi Doğu Bloku da Polonya'da Leh Valesa'nın (?) önderliğinde yürütülen Solidarnos hareketi ile birlikte temellerinden sarsılmaya başlamış, rejimin böyle yürümeyeceği anlaşılmaya başlamıştır. Kısaca Sovyet tipi sosyalizmin çıkmaza girdiği ve artık yürümeyeceği artık iyice anlaşılmıştır. Bunu farkında olan Jivkov, rejim yıkılmadan ve batılı anlamda çok partili sisteme ve demokrasiye geçmeden önce Türk azınlığı sorununu çözmek için harekete geçer. 24 Aralık 1984'te Türklerin ismi değiştirmek amacıyla "Soya Dönüş" projesini devreye sokar.
Prof. Dr. Antonina Jelazkova
(Uluslararası Azınlıklar ve Kültürel İlişkiler Araştırma Merkezi)
Teorim şundan ibaret. Balkanlarda demografik korku diye adlandırılabilen bir korku var. Bu korku, en güçlü, en işlevsel ve en etkili korku. Komşundan korkuyorsun, çünkü o büyük ve nüfusu çok. Kendi ülkendeki azınlıklardan korkun var, çünkü onların sayıları çok ve sayıları çabuk artıyor, onlarda demografik patlama var. Üstelik çoğunlukta olan senin halkın sayıca azalıyor. Çünkü doğum oranı düşük. Balkanların her yerinde bu böyle... İşte Bulgaristan'daki Yeniden Doğuş sürecinin temelinde, Türklerin isim değiştirme kampanyasında, 1989 yılında onların ülkeden zorla kovulmaları temelinde hep bu demografik korku yatıyordu.
Sofya, kısa sürede Türklerin isimlerini değiştirir. Fakat yavaş yavaş toparlanan Türkler 1989'dan itibaren direnişe geçer. Todor Jivkov, son hamlesini yapar ve Türkiye'den kapıları açmasını ister. Türklerin daha fazla sıkıntı yaşamasını istemeyen ve sorunu barışçıl yoldan çözmek isteyen Türkiye, bu öneriye sıcak bakar. Belirli bir süre kapılarını açar. İlk aşamada 320 bin Türk, doğduğu toprakları terk ederek Türkiye'ye gelir. Sonraki yıllarda gelenlerle birlikte bu sayı, bazı iddialara göre 600 bini geçer. Böylece Todor Jivkov, azınlık sorununun çözümü için gizli toplantılarda dile getirdiği, en az 350 bin Türkün gitmeden bu sorunu çözemeyiz hedefine de geçerek rahatlamış olur. Fakat gerçekte sorun çözümlenmiş midir? Resmi rakamlara göre Bulgaristan'da bugün hala yaklaşık 800 bin Türk yaşamaktadır. Gayri resmi rakamlara göre ise bu sayı 1 milyonu aşmaktadır. Müslümanların toplam sayısının ise 2 buçuk milyona ulaştığı tahmin edilmektedir. Belki de Türkleri göç ettirmenin asıl nedeni, Bulgarların ülkelerinde azınlık durumuna düşme korkularıydı. Fakat gelinen nokta da göstermektedir ki, azınlık sorununu çözme yolunda son 150 yapılanlar boşunaymış. İşin özü, azınlıklara yönelik baskı ve asimilasyon uygulamaları insanlara acı vermek, ülkeler arasında düşmanlık yaratmak ve ülkelerin kaynaklarını boşa harcayarak Balkanların, Avrupa'nın en geri bölge olarak kalmasından başka bir işe yaramamıştır.
Peki, bundan sonra ne olacaktır? Yeniden göç yaşanacak mıdır? Evet, eskiye göre göç olma olasılığı çok düşük seviyede bulunmaktadır. Fakat göç olgusu tamamen ortadan kalktı demek de yanlıştır. Çünkü günümüzde de geçmişte olduğu gibi göçe neden olan faktörler hala tam anlamıyla ortadan kalkmış değildir. AB üyeliği, hukuk devleti normlarının varlığı bir engelmiş gibi görünse de demografik korku ve bunun sonucu azınlıkta kalma korkusu eskisinden çok daha canlı olarak ayakta durmaktadır. Düne kadar devletin yaptığını bugün, ATAKA adlı aşırı milliyetçi, ırkçı bir parti yapmakta ve buna karşı hiçbir önlem alınmamaktadır. Ayrıca Türklerin kariyer yapmaları ve kendi dillerinde eğitim görmeleri engellenmekte, eşit ve özgür vatandaşlar oldukları kabul edilmemekte, sosyal ve kültürel gelişmelerinin önüne ket vurulmakta, asimilasyon tehlikesi hala bulunmakta, daha da önemlisi HÖH Başkanı Sayın Ahmet Doğan'ın da vurguladığı üzere Bulgaristan'da hala Türklerin gitmesinden yana olan geniş bir grup bulunmaktadır.
Evet, göç tehlikesi vardır ama bunun önüne geçme olanağı da bulunmaktadır. Bunun için öncelikle yapılması gereken Türklerin eğitim ve kültürel haklarının iadesi, Bulgaristan'ın eşit ve özgür vatandaşları olduklarının kabul edilmesi ve daha da önemlisi Türkiye ve Bulgaristan arsında sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkileri geliştirmek ve bu konuda Bulgaristan'daki Türk azınlıkla Türkiye'deki Bulgar azınlığı köprü olarak kullanmaktır.