Çarlık Rusyası 24 Nisan 1877'de Osmanlı Devletine savaş ilan eder. Rus Ordusunun General Gurko komutasında yaz aylarında başlattığı askeri harekat, Tulça üzerinden Tuna nehrine doğru, Dobruca ovası boyunca hızla ilerler.
Osmanlı Devletinin amacı, Rus ordularının Tuna nehrinden aşağı inmesine engel olmaktır. Tuna Orduları Genel Komutanı Müşir Abdülkerim Paşa, bu plan doğrultusunda Kuzey Dobruca'yı boşaltır ve tüm kuvvetlerini Tuna nehrinin güneyinde toplar. Ruslar da bu gelişme karşısında hiçbir engelle karşılaşmadan Kuzey Dobruca'dan Tuna'ya doğru hızla ilerleme olanağı elde ederler. Artık Rusların önündeki tek engel Tuna nehridir.
Kuzey Dobruca'da, Rus ilerleyişiyle beraber yoğun da bir göç başlar. Bölgenin en büyük illerinden olan Tulça, hızla boşalır. Tulça ile birlikte Maçin, Hırsova ve Babadağı'ndaki ahali de 23 Haziran 1877'den itibaren güneye; arkadan gelen Rus ordularının önü sıra Varna'ya doğru çekilmektedir. Bunu yapmayıp kalanlar ya da bölgeyi terk etmekte gecikenleri daha kötü bir son beklemektedir. Komitacılar tarafından yağmalanmak ve öldürülmek. İşgalci Rus ordularının önü sıra kaçanlar sadece Türkler, yani Müslümanlar değildir. Türklerin yanı sıra yabancılar da güneye; Varna'ya doğru hızla ilerlemektedir. Sözün özü, bir ölüm kalım mücadelesidir yaşanan.
Tuna'ya dayanan Rus ordusunun baştan beri hedefi askeri olmaktan çok siyasidir. Bu nedenle de saldırıların hedefi askeri olduğu kadar sivillerdir de. Saldırıların asıl hedefi daha çok olarak Türkler, yani Müslümanlardır. Çünkü nüfusunun büyük çoğunluğunu Bulgar olmayanların, özellikle de Türklerin oluşturduğu bugünkü Bulgaristan coğrafyasında bağımsız bir Bulgaristan devletinin kurulmasının başkaca bir olanağı da yoktur.
General Gurko komutasındaki Rus orduları hiç beklenilmeyen bir yerden, Vidin ile Rusçuk arasındaki bir bölgeden Tuna'yı geçerler. Efsaneleşmiş Plevne savunması dışında çok büyük bir direnişle karşılaşmadan hızla ilerlerler. Sadece Osmanlı ordusunun karargahının bulunduğu Şumnu ile silahlı halk direnişinin olduğu Rodoplar'a giremezler.
Balkan dağlarını aşıp Filibe ovasına inerler, oradan da hızla Trakya'ya doğru yürürler. Fakat bunu yaparken de tedbiri elden bırakmazlar. Arkadan olabilecek saldırıları önlemek ve Bulgarların coğrafyada çoğunluk durumuna gelmesini sağlamak için daha harekatın başında Türkleri Rusya'ya sürmeye başlarlar. Fakat bir süre sonra Harbiye Nazırı Milyutin'in karşı çıkması üzerine Rusya'ya yönelik bu tehcir, yani göç ettirme hareketinden vazgeçilir.
İşin özü bu gelişme gerçekte, Türkler açısından müjdeli bir haber değildir. Öyle olmadığı da kısa sürede anlaşılır. Çünkü Bulgar milli devletinin oluşumunu sağlamak amacıyla kurulmuş bulunan Bulgar Milli İdare Teşkilatı ile Panslavistler, Türkler konusunda genel bir "yok etme" fikrinde birleşmişlerdir. Nitekim omlet yemek isteyen yumurta kırmayı bilmelidir diyen Çerkasky de, Mılyutin'e yazdığı mektubunda bu savaşın açıkça bir "ırk imha", yani soykırım savaşı olacağını belirtmiştir. Öyle de olur. Rus Ordusu, daha Tuna'yı geçmeden nehir boyundaki kentleri topa tutar. Bu gelişme sonucunda 25 bin nüfuslu Rusçuk şehri neredeyse tamamen boşalır.
Yaşananlar bununla da sınırlı kalmaz. Rus ordusunun uyguladığı terör, Tuna nehrini geçince de, sürer. Bazen köylerin bombalanması bazen de saldırılıp insanların kıyımdan geçirilmesi şeklinde...
Yaşanan saldırılar ve terör karşısında başta bölgenin en büyük kenti olan Rusçuk olmak üzere, bombalamadan sağ kurtulan siviller doğdukları, yaşadıkları yerleri hızla boşaltıp güneye doğru kaçmaya başlar. Sürgün edilenlerin ve katledilenlerin sayısı Rus ordusunun ilerlediği her gün ve girdiği her şehir boyunca katlanarak artar. Yaşanan acılara her gün yenileri eklenir. Rus ordularının önü sıra hem kendi, hem de çocuklarının canını kurtarmak için güneye ve doğuya doğru can havliyle kaçan çoğu kadın ve yaşlı yüz binlerce insanın tek hedefi vardır: Bir an evvel İstanbul'a ulaşmak, oradan da suyun öte yakasına, Anadolu'ya geçmektir.
Yüzbinlerce insan bu hayaline kavuşur. Fakat katliamlardan, salgın hastalıklardan ve dondurucu soğuklardan kurtulan önemli sayıda insan da başka bir yol seçer. Nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Rodoplar'a sığınır. Herkes, gördükleri karşısında dehşet içindedir. Çünkü herkes, o güne kadar yaşananları sadece kulaktan duymuştur. Oysa şimdi saldırı ve katliamları yaşayanlar etiyle, kemiğiyle, korku dolu, çaresiz ve yalvaran gözleriyle karşılarındadır. Artık gerçekle yüzyüzedirler. Şimdi Rodoplar'a ölüm sessizliği hakimdir. Herkesin merak ettiği konu, Rus ordularının bölgeye ne zaman saldıracağıdır?
Beklenen olmaz. Rus ordusu, Filibe ovası boyunca hızla ilerleyerek doğrudan Edirne'ye yönelir. Çünkü, milyonlarca Müslüman'ın yaşadığı, dağlık ve engebeli bir arazi olan Rodoplar'a girmek, bu insanların direnişini kırmak ve orayı ele geçirmek oldukça zordur. Çünkü, böyle bir coğrafya, kalabalık bir ordu için manevra yeteneğinin yok olması, saldırılara açık hale gelmesi demektir. Üstelik karşınızda, vur kaç taktiğini iyi uygulayan deneyimli silahlı güçler varsa işiniz zor demektir. Yani batağa saplanıp kalmak demektir.
Rodoplar, bu anlamda, belirtilen tüm bu özelliklere sahip bir bölgedir. Bir tarafta, geçit vermeyen dağlık ve ormanlık arazi, diğer tarafta ise 1876 Nisanında ortaya çıkan Bulgar isyanının bastırılması örneğinde de olduğu üzere, kendi başlarının çaresine bakma, silahlı direniş ve mücadele geleneği olan inançlı bir toplum.
Rus ordusu kolay ve akılcı olanı seçer. Düz bir ovanın ortasında bulunan ve savunulması zor olan Edirne'ye saldırır ve burayı kısa sürede ele geçirir. Sıra şimdi İstanbul'dadır. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu çaresizdir. Bir tarafta hem doğu, hem batı cephesinde yerinden yurdundan edilen yüz binlerce insanın taşınması, iskan edilmesi, diğer tarafta ise durdurulmaya çalışılan işgal orduları. Çaresizlik, acı ve trajedi...
Rus kuvvetlerinin işi her geçen gün daha kolaylaşmaktadır. Onları durdurmak artık neredeyse olanaksızdır. Şimdi tehlike altında olan başkent İstanbul'dur. Çünkü Rus orduları artık İstanbul'a bir adım mesafede, yani Yeşilköy'dedir. İstanbul'un kaderi artık Rusya'nın elindedir.
Rus ordusunun İstanbul'un kapılarına dayanmasından rahatsız olan sadece Osmanlı Devleti değildir. Berlin, Paris, Viyana ve özellikle de Londra, gelişmelerden çok rahatsızdır. Çünkü İstanbul'un ve dolayısıyla boğazların Rusya'nın hakimiyeti altına girmesi, orta ve uzak doğudaki İngiliz çıkarlarının tehdit altında olmasından başka bir şey değildir. İngiltere, zaman geçirmeden devreye girer. Rusya'nın İstanbul'u işgal etmesini ve boğazları ele geçirmesini engellemek için harekete geçer. Savaş gemilerinden oluşan güçlü bir donanmayı, İstanbul önlerine gönderir.
Rusya, gerekli mesajı almıştır. Çünkü büyük güçlerin, 1856 Kırım Savaşı örneğinde de olduğu üzere, ortak cephe oluşturarak devreye girmesi, savaşın seyrinin değişmesi ve o ana kadar kazandıklarının kaybedilmesi demektir. Rusya, akıllı davranır ve daha fazla ilerlemeyerek antlaşma yapmaya razı olur. Zaten Bab-ı Ali'nin de istediği budur.
Bu gelişme üzerine Osmanlı devleti ve Rus Çarlığı arasında, 3 Mart 1878'de Ayastefanos Barış Antlaşması imzalanır. Antlaşmanın en önemli sonucu ortaya çıkan Büyük Bulgaristan'dır. Şimdi var olan tek gerçek, Tuna nehrinden Ege Denizi'ne, Karadeniz'den Ohri gölüne kadar Büyük Bulgaristan'ın varlığıdır. Ancak durum, görüldüğü kadar basit değildir. Büyük bir devlet aynı zamanda büyük bir külfet demektir. Üstelik de kurulan yeni devlette azınlıktaysanız.
Şimdi hem Ruslar, hem de Bulgarlar için durum oldukça zor ve kritiktir. Çünkü Büyük Bulgaristan'ın kurulduğu Tuna, Edirne ve Selanik vilayetlerindeki 16 sancak üzerinde 2 milyon 580 bin Bulgara karşılık 3 milyon 980 bin Bulgar olmayan insan yaşamaktadır.
Antlaşmadan dolayı Osmanlı Devleti üzgün, fakat en azından şimdilik kaderine razıdır. Fakat sonucu beğenmeyenler, kaderine razı olmayanlar da vardır. Başta İngiltere olmak üzere Fransa, Almanya, Avusturya gibi dönemin sömürgeci güçleri, Rusya'nın kurulan Büyük Bulgaristan sayesinde Balkanlar'da tek başına bu kadar etkinlik kazanmasından rahatsızdırlar. Çünkü hem bölgesel, hem de küresel çıkarları tehlikeye girmiştir. Şimdi yaptıkları tek şey, antlaşmayı bozmak ya da değiştirmek için fırsat kollamaktadır. Dönemin sömürgeci güçlerine aradıkları fırsatı, şansı düne kadar varlığından bile haberdar olmadıkları, yaşadıkları trajediyle hiç ilgilenmedikleri Rodoplar'daki Müslümanlar ve onların kurduğu Hükümet-i Muvakkate verecektir.
Hükümet-i Muvakkate bir kaynağa göre 4 Mart 1878, başka bir kaynağa göre ise 16 Mayıs 1878'de Sultanyeri kazasının Karatarla köyünde kurulmuştur. Rodoplar'da bulunan Sultanyeri kazası, değişik dönemlerde farklı bölgeleri tanımlamak için kullanılmıştır. 1643'te Mestanlı'nın güney ve güneydoğusunda kalan bölgeye karşılık gelen Sultan yeri bir dönem, başlıca yerleşim yeri Darıdere yani Zlatograd olan Arda nehri boyunca yükselen dağlık bölgeyi ifade etmek için kullanılmıştır. 1895'ten sonra ise Sultanyeri, Kırcaali merkezinin batısı dışında kalan tüm bölgedir.
Geçmişte Sultanyeri kazası içinde yer alan Karatarla köyü, günümüzde Kırcaali ile Stanimaka, yani Asenovgrad arasında Rodop dağlarının eteğinde bulanmaktadır.
Bulgarca adı Çerna Niva olan köyde kurulan Hükümet-i Muvakkate'nin 4 kişiden oluşan bir kurucular heyeti bulunmaktadır. Daha çok Ahmet Aga Timirski ile özdeşleşen bu hükümetin diğer kurucuları Hacı İsmail Efendi, Kara Yusuf Çavuş ile İngiliz asıllı Hidayet Paşa yani Mr. Sinclair'dir. Hükümetin ayrıca 30 kişiden oluşan bir Temsilciler Meclisi bulunmaktadır.
Hükümet-i Muvakkate demokratik anlayışla yönetilen bir siyasal oluşumdur. O kadar ki, alınan kararlara zaman zaman köy muhtarları da katılmıştır. Çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu yaklaşık 4 milyon insanın yaşadığı bir coğrafyada kurulan Hükümet-i Muvakkate, varlığını sürdürdüğü 8 yıl boyunca egemenliği altındaki bölgeyi önce Ruslara, daha sonra da Bulgarlara karşı başarıyla savunmuştur.
Rodoplular, 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos Antlaşması'nın hükümlerinden rahatsızdırlar. Bunu antlaşmanın imzalanmasının hemen ertesi günü, 4 Mayıs 1878'de yaptıkları protestolarla ortaya koyarlar. Antlaşmayı kabul etmeyeceklerini bildirirler ve ayaklanırlar.
Rodoplar'da 4 Mart 1878'de ortaya çıkan direnişten Rusya rahatsızdır. Çünkü bu bölgede ortaya çıkan direniş, Ege deniziyle olan bağlantının kesilmesi, dolayısıyla sıcak denizlere çıkma hayalinin son bulması ve büyük güçlerin antlaşmayı değiştirmek için aradıkları fırsatı bulmaları demektir.
Rus kuvvetleri ve komitacılar ayaklanmayı bastırmak için harekete geçer. Her türlü şiddeti kullanan bu kuvvetler, ayrıca ihtilalcilerden silahlarını da teslim etmelerini isterler. Silahların tesliminin 93 Harbi'nde yaşanan örneklerde de olduğu üzere ölüme açık davet demek olduğunu bilen Rodopluların yanıtı kesindir: Ya istiklal, ya ölüm...
Rus ordusu ve Bulgar komitacılar, bir taraftan direnişçilerden silahlarını teslim etmelerini isterlerken, diğer taraftan da saldırılarını sürdürmekten geri durmazlar. Özellikle Filibe yani Plovdiv ve Hasköy yani Haskovo civarında önemli askeri harekatlar gerçekleştirirler. Bu bölgenin antlaşma gereğince kendilerine bırakıldığını ileri sürerek Türkler'den, silahlarını teslim etmelerini ve direnişten vazgeçmelerini isterler. Fakat Rus güçlerinin ve Bulgar komitacıların beklentileri boşa çıkar. Rus birlikleri tarafından işgal edilme tehlikesi yaşayan Hasköy'deki 21 Türk köyünün ahalisi silahlanarak dağlara çekilir. Köylerinin işgal ve yağma edilmesi üzerine de 500 silahlı Türk, Çakınalı Hüseyin Ağa önderliğinde işgal güçlerine karşı direnişe geçer.
Timsah gözyaşları döken Avusturya ve İngiltere gelişmelerden memnundur. Çünkü antlaşmayı bozmak için aradıkları fırsatı bulmuşlardır. Bu iki ülke tarafından antlaşmanın değiştirilmesi yönündeki baskılara maruz kalan Rusya ise huzursuzdur. Bu nedenle de hemen harekete geçer. Fakat bu kez doğrudan devreye girmek yerine dolaylı yolu seçer. İhtilalcilerle doğrudan görüşmek yerine Babı Ali'den yardım ister. Sultan Abdülhamit'ten, ihtilalcilerin silahlarını bırakmaları ve teslim olmaları konusunda devreye girmesini ister. Fakat bu, boşuna çabadır. Çünkü, padişah tarafından gönderilen heyetin Rusların talebiyle oluşturulduğunu bilen ihtilalciler, yapılan hiçbir teklifi kabul etmezler.
Rodoplar'daki Müslüman yani Türk ihtilalcilerle Rus kuvvetleri arasındaki ilk silahlı çatışma, 14 Nisan 1878'de meydana gelir. Antlaşmanın imzalanmasından 40 gün sonra Çirmen'in üzerindeki Selbüklüm mevkiinde yaşanan bu çatışmada Rus birlikleri püskürtülür. İhtilalciler ile Rus orduları arasındaki en kanlı çarpışmalar Sultanyeri kazasında, günümüzde Kırcaali ve çevresine karşılık gelen bir bölgede yaşanır. Rus ordusu, ihtilalcilere karşı koyabilmek için buradaki kuvvetlerini takviye etme yoluna gider. Bunun için de Edirne ve Filibe'den yeni birlikleri ve dağ toplarını bölgeye gönderir.
Takviye güçlerin gönderildiği alan sadece Rodoplar'la sınırlı değildir. Aynı şekilde günümüzde Hasköy'ün yani Haskova'nın sınırları içinde yer alan Ortaköy'ün (İvaylovgrad) yakınında yerleşik bulunan Demirler Cemaati'nin saldırılarına karşı buraya da takviye birlikler gönderilir. Fakat tüm bunlar boşuna çabadır.
Evet! Yapılan tüm uğraşlar boşuna çabadan başka bir şey değildir. Çünkü yapılan takviyelere, gerçekleştirilen tüm saldırılara rağmen ihtilal küçülmek bir yana her geçen gün büyür. O kadar ki, direnişin kapsadığı alan, Haziran 1878'in sonlarına doğru, güneyde ve güneydoğuda Gümülcine, Dimetoka ve Mustafa Paşa; kuzeyde Selvi, Lofça, Tırnova, Plevne; kuzeydoğuda Edirne ile Karadeniz arasına; batıda ise Paşmaklıda'dan (Smolyan) Samakov ve Cuma-i Bala'ya (Blagoevgrad) kadar tüm Rodop dağları boyunca yayılır. Kısaca Emine Burnundan Cuma-i Bala'ya kadar her yer ihtilal hareketinin faaliyet alanı içindedir.
Bu kadar geniş bir alana yayılan ihtilal hareketinin Emine Burnu'ndan Şıpka Geçidi'ne kadar uzanan Doğu Balkanlar'daki kumandanı Yusuf Çavuş'tur. Mestanlı ve Kırcaali'de, kısaca tüm Rodoplar'da; Gabrovo ve Köprülü de dahil olmak üzere Rus ve Bulgar komitacılara karşı savunmayı organize eden kişi Hacı İsmail'dir. Dimetoka'dan Nevrekop'a kadar uzanan saha ise İngiliz asıllı Hidayet Paşa'nın kontrolü altındadır.
İhtilal hareketi, mücadelenin en kritik döneminde önemli bir sorun yaşar. Hidayet Paşa ve Kara Yusuf arasında ortaya çıkan bir anlaşmazlık sonucu ikiye ayrılır. Fakat ihtilalciler, kritik bir dönemde ortaya çıkan bu olumsuzluğu çok kısa bir sürede çözerler. Ortak düşmana karşı güçlerini yeniden birleştirirler.
İhtilalcilerin sayısı Ocak ayındaki yenilgiden sonra Süleyman Paşa'nın geriye kalan askerlerinin de katılmasıyla iyice artmıştır. İngiliz belgelerine göre silahaltında 35 bin insan vardır. Fakat malzeme eksikliği nedeniyle silahaltına alınamayan yine bir o kadar insan bulunmaktadır.
Rodoplu direnişçilerin en büyük sorunu silah ve cephane eksikliğidir. Özellikle güçlü Rus ordusu ve Bulgar komitacılarla kanlı çarpışmaların yaşandığı bir dönemde böyle bir eksiklik çok büyük ve önemli bir sorundur. Yapılması gereken acilen bu açığın kapatılması, ihtiyacın giderilmesidir.
Hükümet-i Muvakkate yönetimi sorunun çözümü için Babı Ali'ye başvurur. Sultan Abdülhamit'ten silah ve cephane yardımı talebinde bulunur. Fakat boşuna. Çünkü Rusya'dan çekinen Padişah, Rodop Türkleri'nin bu isteklerine karşılık hiçbir yardımda bulunamaz.
İhtilalciler direnişin sürdüğü bir dönemde sorunu görüşmeler yoluyla çözme konusunda da girişimde bulunurlar. Önce Rus orduları komutanı Grandük Nikola'ya başvururlar ve kendisinden zulümlere son verilmesini isterler. Talepler dikkate alınmaz. Dahası geri gönderilen elçiler, Bulgar komitacılar tarafından katledilir. Fakat ihtilalciler sorunu çözme ve konuyu uluslararası kamuoyuna taşıma konusunda kararlıdırlar. Bunun için 16 Mayıs 1878'de harekete geçerler. Hükümet-i Muvakkate imzalı bir bildiriyi 1856 Paris Antlaşması'nın tarafı olan ülkelerin İstanbul'daki temsilciliklerine gönderirler.
Rodoplu ihtilalciler, köy meclis üyelerinin de imzalarını taşıyan muhtırada, Rus ordusunun ve Bulgar komitacıların yaptıkları zulmü ortaya koyarlar. Ayrıca Osmanlı egemenliğinden başka bir egemenliği tanımayacaklarını, bunun için gerekirse kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarını üstünü vurgulayarak belirtirler: "Ayastefanos Antlaşması'nı şiddetle protesto ederiz. Müslümanların idare ettikleri yerlerle, Ruslar ve Bulgarlar tarafında idare olunan yerler arasındaki büyük farkı görmek üzere kimi isterseniz gönderiniz. Meriç'in güney-batı tarafındaki topraklardan, yeni Bulgaristan'a bir karış yer vermemenizi istirham ederiz. Çünkü idaremiz altında bulunan 4 milyon Müslüman, işitilmemiş cinayetlerle ismini kirletmiş olan ve her zaman düşmanımız bulunan bir hükümete boyun eğmektense yok olmayı tercih eder.
16 Mayıs 1878 - Hükümet-i Muvakkate"
Dönemin büyük güçleri aradıkları fırsatı en sonunda bulmuşlardır. Şimdi yapılması gereken Rusya üzerinde baskı kurmaktır. Öyle de olur. Rodoplar'daki Türkler'in şikayetlerini dinlemek ve olan biteni yerinde incelemek üzere hemen bir uluslararası komisyon kurulur. Ardından da Bismarck'ın davet etmesiyle taraflar, Berlin'de bir araya gelir.
Berlin kongresi 13 Temmuz 1878'de imzalanan bir anlaşmayla son bulur. Rusya ve Bulgar Prensliği hariç herkes memnundur. Londra, Berlin, Viyana ve Paris, bölgede Rusya'nın etkisini sınırladıkları; Rodoplu Müslümanlar da Osmanlı devleti sınırları içinde kalma amacına ulaştıkları için mutludurlar.
Berlin Kongresi'yle Büyük Bulgaristan üçe bölünür. Bulgar Prensliği, Balkan dağlarının kuzeyinde Osmanlı Devletine bağlı küçük bir ülke olarak bırakılır. Rodoplar'da ve kuzeyinde Türk direnişinin olduğu bölgede ise başkenti Filibe yani Plovdiv olan Şarki Rumeli Vilayeti kurulur.
Rodoplar'daki Türkler mücadelelerinin meyvelerini en sonunda alırlar. Mücadeleleriyle hem Osmanlı Devleti'ne büyük bir toprak parçası kazandırırlar, hem de onun bir parçası olarak kalmayı başarırlar. Fakat bölge insanı için bundan sonrası çok daha zor, çok daha kötü olacaktır. Çünkü bundan böyle kendileri için timsah gözyaşları döken İngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya için Rodoplar ve yok edilmek istenen Türkler diye bir sorun olmayacaktır. Çünkü onlar, Rodoplar'daki Türkler'in acıları ve direnişleri sayesinde amaçlarına ulaşmışlardır.
Olayın asıl üzücü olan yanı ise başkenti kurtarma derdindeki sarayın, yani Sultan Abdülhamit'in Rusya'nın tutumu konusundaki yanlış değerlendirme nedeniyle bölgeye yardım edemeyişidir. Artık Rodoplar'daki Müslümanlar, yani Türkler kendi kaderleriyle başbaşadırlar. Fakat tüm bu olumsuzluklara rağmen Rodoplar'daki insanlar bundan sonra da yine tarih yazacaklar, tarihin akışını değiştireceklerdir. Çünkü onlar gösterdikleri kahramanlık ve destansı mücadeleyle, Anadolu'nun emperyalist güçlerce işgaline karşı Türk halkının ortaya koyduğu halk direnişinin ilk başarılı örneğini ortaya koyanlardır.
Osmanlı Devleti, Berlin Antlaşması'nın kendisine tanıdığı hakkı kullanamaz. Doğu Rumeli vilayetiyle Bulgaristan Prensliği sınırlarına Rus ordusunun organize ettiği Bulgarların direnişi nedeniyle asker yerleştiremez. Bu durumu Bulgar Prensliği çok iyi kullanır. 19 Mayıs 1885'te bir tek kurşun sıkmadan Doğu Rumeli Vilayetini sınırlarına katar. Bu gelişme üzerine daha önce Doğu Rumeli yönetimini tanımış olan Rodop ve Kırcaali'deki Türkler, ilhakı protesto eder. Bölge ileri gelenleri, verdikleri muhtıra ile Padişaha bağlı olarak kalacaklarını, başka bir yönetimin emri altında yaşayamayacaklarını bildirirler. Ayrıca bu amaca ulaşmak için sonuna kadar savaşacaklarını da yine açıkça ifade ederler.
Rodop ile Kırcaali Türkleri'nin bu talebi, büyük güçlerce dikkate alınır. 5 Nisan 1886'da imzalanan İstanbul Konferansı Antlaşması'yla bu talepleri kabul edilir. Şimdi isteklerine kavuşmuşlar, yeniden Osmanlı Devleti'nin bir parçası olmuşlardır.
1886 Antlaşması'nda Osmanlı Devletinin tek kazancı olur. Rodoplar'daki Müslümanlar'ın, yani Türklerin verdikleri mücadeleyle bir miktar toprak elde eder.
Rodoplu Türkler hüznü ve mutluluğu bir arada yaşarlar. Mutludurlar, çünkü amaçlarına ulaşmışlar, Osmanlı Devletinin bir parçası olarak kalmışlardır. Hüzünlüdürler, çünkü 8 yıldır binbir özveri ve zorlukla büyütüp ayakta tuttukları çocukları, yani Hükümet-i Muvakkate yok olmuştur. Gerçekleşen umutlar ve biten bir hayal, yani Hükümet-i Muvakkate.
Tevfik Bıyıklıoğlu'na göre 8 yıl süreyle verilen mücadelenin başarısızlıkla sonuçlanmasının en büyük nedeni hareketin herkesi peşinden sürükleyecek bir liderinin olmayışıdır. Bir başka görüşe göre Padişahın direnişe destek vermemesi yenilginin asıl nedenidir. Belki de bunların hepsi birden bu sonucu doğurmuştur.