Kahramanlığın Bedeli Çok Ağırdır



Cumartesi, 04 Nisan 2020

Kahramanlığın Bedeli Çok AğırdırMehmet TÜRKER"Kahramanlar: Bedel sırasında en öndedir,
Ödül sırasında en arkadadır."
Başbuğu Alparslan TÜRKEŞ

Geçen yıl, camiamızın değerlerinden Osman Kılıç'ın 100. yaşıydı. Bu vesileyle Ankara'dayız. YTB konferans salonunda, ülkenin değişik bölgelerinden kendilerine saygı ve hürmet duyanlar vardı. Her birinin kalbinde ve gözünde o, "Kader kurbanı" bir kahramandı. Bulgaristan Türkleri camiasında onun kader arkadaşlarının sayısı az değildir: Nuri Turgut Adalı, İsmail Yalçın, Küçük Halil gibi ölüm cezası alanlar... İnanılmaz işkenceye tabi kalanlardan Ramazan Kurucu (Runtov), Hasan Ayyıldız'lar... Her birinin hayat hikâyesinde gayri insani durumlarla karşı karşıya geldiklerini görürüz. Sadece Türk ve Müslüman olmalarından dolayı Nuri Adalı'nın ömrünün 23 yılı, Osman Kılıç'ın 14 yılı ve daha nicelerinin onlarca yılı hayattan kopuk, aileden, memleketten uzak geçmiştir. Bunca yılı onlar; anadan ayrı, babadan ve yardan ayrı, bayram seyran nedir bilmeden geçirmişlerdir. Kendisinin de ömrünün bir kısmı ceza evi, Belene Kampı ve sürgünde geçen değerli şairimiz merhum Ömer Osman Erendoruk o zamanın şartlarını bir şiirinde şöyle ifade ediyor:

"Mısralara sığar mı bir ömür boyu zulüm
Bu nasıl ölçülürdü, neyle kıyaslanırdı?
Anahtar deliğinden kaç kez sırıttı ölüm,
Elinde demir âsâ olsaydı paslanırdı."

Hele de Osman Kılıç'ın tutukluluk aylarında Varna Emniyet Müdürlüğü'nde yaşadığı anlar... Polisin gecenin bir yarısında koğuşta gözlerini bağlayıp, arabayla şehir dışına çıkardıkları meçhul bir yerde "İşte önünde çukur, ya suçunu (suçsuzdur) itiraf eder, ya bu çukuru doldurursun. Biz kimseye hesap vermeyiz, kimse de bizden hesap soramaz" deyip, tabancasına mermiyi sürdüğü anlar... İdamlık cezası kesildiği andan itibaren her saniye ölümle yüz yüze kalmasını bizler hayal bile edemeyiz. Hani gardiyanların koğuşun kapısında kendi aralarında:

"Bunun boynuna yağlı ipi hangimiz geçirsin? Sen bırak da bir Türk'ün boynuna ipi geçirme şerefini ben yaşayayım" tarzında konuşmaları korkunç olduğu kadar insanın tüylerini ürpertici tarzdadır.

Benzeri olayları 1984 yılı sonunda ve ertesi yılın ilk günlerinde Kırcaali bölgesinden tutuklanıp, Belene Adası'ndaki Temerküz Kampı'na götürülenler de yaşamıştır. Koca Balkan sırtlarında polis arabasını (Bu arabalardan dışarısı görülmez) durdurup, "Bu pis Türkleri burada mı kurşuna dizsek, biraz daha ileri de mi?" şeklinde konuşmalar esnasında mermilerin silahın ağızına verilip, atış vaziyetine getirildiğini yaşayanlar hâlâ aramızdalar. Ada'ya varınca gece soğukların -29 derece olduğu günlerde anadan doğma soyup, dışarıda gecenin ayazında bekletmeleri, koğuşlarda ısıtmayı kesmeleri unutulur mu hiç?

Bu işkencelere ancak Türk millî şuuru ve imanı sağlam olanlar dayanabilirlerdi. Osman Kılıç, üç yıl idamlığa nasıl tahammül ettiği sorusuna "Kendimi Allah'a havale ederek" cevabını verirken, "Beni idama mahkûm eden hâkim, belki benim birkaç hafta ömrüm kaldığını düşünmüştür, ancak o çoktan geberip gitmiştir, ben ise Allah'a şükür hâlen hayattayım" diyor.

Evet, bizlerin camiamızda parmakla gösterdiğimiz kahramanlarımıza verdiğimiz bu paye gökten düşmemiştir. Bu değerli kişilerimiz, bu çilelere katlanıp, tekrar aramıza döndüklerinde kendilerine "Ne gereği vardı bunca çileye katlanmaya?", "Bunca yıl içeride yattın da ne oldu?" ya "Eline ne geçti?" gibi sorular soran kendini bilmezler de yok değildi hani! Bu ceza evlerinden dönenlerin bazı dostlarının onlarla yüz yüze gelmemek için yön değiştirdikleri de görülmüş hadiselerdir. Çünkü o mütevazı kahramanımız dışarıdaki seyirci için "mimlidir" ve sakın ola onun yanında görülmemelidir, onun gibi lekelenmemelidir.

Özellikle şunu da belirtmekte fayda var. Eğer 1985-86 yıllarında Belene Adası'nda tutuklu kalan 500'ün üzerindeki kişide bu çelik irade olmasaydı, her biri birkaç ayda bir gelip kendileriyle görüşen emniyet yetkilileri karşısında kırılganlık gösterselerdi, Şükrü Tahirov (Orlin Zagorov) misali döneklik yapsalardı, Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri ve STK'lar uluslararası platformlarda Bulgaristan'da uygulanan baskıları nasıl gündemde tutabilirlerdi? Nihayetinde Bulgaristan'da Türklerin isimlerinin değiştirilmeye başlandığı 1984'ün aralık ayının son günlerinde Sütkesiği, Kirli ve Mestanlı'da halkı sokaklara dökmekte öncü olanlar da canlarını torbaya koyarak halkı ayaklandırmışlardır. O günlerde en ufak bir faaliyette bulunanın, hatta devlet aleyhi bir fıkra anlatanın bile Eski Zağra Cezaevi'ne girmesi işten bile değildi. Bu cefakâr kardeşlerimiz binlerce insanı protesto mitingine davet etme cesareti göstermişler, karşılığını da aylarca Sofya'daki Emniyet Genel Müdürlüğü'nün 6. Şubesinde akla gelmez işkencelere maruz kalarak ve daha sonra Belene veya Eski Zağra Cezaevi'nde senelerce ailelerinden ayrı kalarak ödediler. O dönemde ceza evlerinde tutuklu kalanlar, vefat eden anne-baba ve yakınlarının cenazelerine katılmaktan bile mahrum kaldılar. Kornitsalı Ramazan Kurucu ceza evindeyken 20 ay yakınlarıyla görüştürülmüyor, 68 gün ‘kartser' denilen ceza hücresinde, günü sadece 150 gr. ekmekle geçirmek zorunda bırakılıyor. Osman Kılıç, 1951 yılında ayrıldığı eşi ve biricik kızına ancak 15 yıl sonra kavuşabiliyor. Nuri Adalı ceza evlerinde ve sürgünde 23 yılını geçiriyor. Merhum şairimiz Erendoruk, özellikle mahkemeye çıkmadan önce bir tutuklunun emniyet hücrelerinde neler yaşadığını, yalnızlığın çekilmezliğini şiire dökerek şöyle sesleniyor:

"Özlemim deniz deniz acı tatlı bir sese
Yanımda en sevdiğim bir kişi varcasına
Sevineceğim bir ses sen öldün bile dese."

On beş-yirmi yıl beklemek... Hele de mahkûmsan! Mevsimler gelir geçer, baharın çiçeğini göremezsin, kuş sesinden bile mahrum durumdasındır. Hafta başlar, gelmez salı... Bunu merhum şairimiz Ömer Osman Erendoruk şu mısralarında şöyle terennüm ediyor:

"Takvimlere göre gün yirmi dört saat
Bana göre bir saat sonu gelmez bir gece
Her dakkası ıstırap, her dakkası bilmece."

Kaderinde böyle ıstıraplara maruz bırakılanların mekânı cennet olsun. Hayatta olanlara sağlıklı, huzurlu ömürler...

Mehmet TÜRKER

YAZARIN DİĞER YAZILARI