OH BE, DÜNYA VARMIŞ!



Salı, 10 Mart 2009

OH BE, DÜNYA VARMIŞ!Mehmet TÜRKERNe zaman yurtdışına çıksam, üç beş gün sonra içimde ev ortamım ve İstanbul özlemi canlanır. Uzun süreden beri İstanbul'dan ayrılmamıştım. Bugüne kadar dünyanın 20'ye yakın ülkesini gezsem de Londra'ya ilk seyahatim olacaktı. Programda Avrupa'nın ekonomi güçlerinden, dünya finans ve turizm merkezi Londra'yı gezmek; köklü medeniyete sahip İngilizlerle yüz yüze gelmek; tarihi, turistik yerleri ve bu arada oraya yerleşen bazı eşi dostu ziyaret etmek vardı.
Dört saat yolculuktan sonra İngiltere'nin beş uluslararası hava alanından bir olan Luton'a vasıl olduk. Oradan şehir merkezindeki King's Cross'a metroyla inecektik. Bir indi-bindi 8 pound, yani Türk lirasına çevirirsek 20 lira falan. Alemin yabancıları İstanbul Atatürk Hava Alanı'ndan İstanbul'un merkezi Aksaray'a metro ile 1 lira 30 kuruşa geliyor. Kıyaslamayı bir de siz yapın. Yani İngilizlerin ekonomik gücünü ilk adımda anlamak pek kolay oldu. Neyse şehir içi ulaşımı haftalık otobüs ve metroda kullanılan kombine bilet sayesinde 30 pound ödeyerek hallettik.
Londra'ya inmezden önce orayla ilgili üç beş sayfa bir şeyler de okumuştuk. Ertesi gün ver elini Londra... Bir hafta Londra kazan biz kepçe gez de gez. Haftalık bilet cebinde olunca kimse günde kaç kez indi bindi yaptığını sormuyor. Adamlar metro sistemine 1863'te girişmişler ve bugün şehirde toplam metro istasyon sayısı 274. 1900lü yıllarda nüfusu 4,5 milyon olan Londra'da düzenli şehir otobüsü hatları devreye girmiş. Moskova, Paris gibi büyük Avrupa şehirlerinde olduğu gibi Londra'da da metronun yerin altında bir örümcek ağı gibi şehri sararak ulaşımı hayran edecek derecede kolaylaştırdığını görünce, İstanbul ve Ankara akla geliyor. İnsan istemeyerek "Türkiye'nin yöneticileri başta ulaştırma bakanları ve belediye başkanları 150 yıldan beri gelip hiç mi bu sistemi incelememişler. Kurulu bir sistemin uygulanması o kadar mı zordu sanki?" sorusunu sormadan edemiyor. Yani eller aya giderken biz hâlâ yayaymışız.
İlk ziyaret edilen tarihi müze British Museum. Devasa bir mekân... Etrafındaki binalar ha keza... İngilizler müstemleke ülkelerin kültür ve sanat eserlerini süpürüp kökünden kazıyarak getirmişler. Mezopotamya, Mısır, Hindistan bölümlerini ziyaret edince içimden Çanakkale şehitlerine dua ettim. Allah'ıma şükürler ettim ki, İngiliz ordusu iyi ki İstanbul'a kadar gelememiş. Ya bir gelseymiş, ne Topkapı, ne de Dolmabahçe saraylarının yerinde yerler estirirlerdi. Belki de Sultanahmet Camiinin sütunlarını da yerinden koparım götürürlerdi diye düşündüm. Bu müzede Kaşıkçı Elması kadar değerli bir eserin olmaması beni sevindirdi ve tekrar böyle bir eserin bizim İstanbul Topkapı Müzesi'nde olmasından mutluluk duydum.
Ertesi gün güzel sanatlar müzesinde Avrupa'nın ünlü ressamlarından yağlı boya binlerce tabloyu yakından görebildik. Bu sefer de Bulgaristan'a demokrasiyi getirebilmek uğrunda şehit düşen ve gazi kalanlara dua ettim. Jivkov'un totaliter rejimi çöktü ve ben hayran olduğum İtalyan Rönesansı temsilcilerinden Leonardo da Vinci, Boticelli, Rafaello, Hollandalı ressam Vincent van Gogh'un o çok ünlü "Ayçiçekleri" natürmortunun, Renoir, El Greco, Delakroa'nın atları, Rembrandt'ın harika portreleri, Auguste Rodin'in heykelleri karşısında büyülendim. Sonraki gün Natural History Museum (İngilizlerin deyimiyle evrim müzesi), fen ve teknoloji müzelerini gezmeden edemedik. Müzelerin dışında gezilecek görülecek saraylar, katedraller da çoktu. Biz şehir içi turumuza önce Trafalgar Meydanı'ndan başladık, sonra Buckingham Sarayı ve bahçesindeki Victoria heykeli, oradan Big Ben Saat Kulesi, hemen orada bulunan Westminster Sarayı ve Thames Nehri. Bu nehrin üzerine 1886 yılında yapılan şehrin simgesi Tower Bridge uzaklarda ama net şekilde görünüyor. Londan Eye (Londra'nın gözü) olarak bilinen dönme dolap misali bir tesisi gezdik gördük. Adamlar turistin parasını memleketlerinde nasıl tutacaklarını çok iyi plânlamışlar.
Şehir merkezinde gezilecek yerler azaldıkça benim İstanbul ve ev ortamı özlemim depreşmeye başladı. Kaldığımız Chingford semtindeki Yardley Lane, şehrin merkezinden epey uzak. Şehirleşme 100 yıl kadar önce başlamış olsa da kenar mahallelerin plânlı bir biçimi var ama tek şerit, çift yönlü yollar buranın da trafiğini kaldıramaz olmuş. Akşam ve sabah saatlerinde burada da İstanbul kadar trafiğin kilitlendiğini gördük. Nesi var ki, İngilizler teknolojinin nimetlerinden çok iyi yararlanıp 100 metrede bir otobüs durakları koyarak hareketi kısıtlamışlar ve bu da haylazlığa yol açmış görünüyor. Hareket olmayan yerde bereket olur mu?
Otobüs sürücüleri arasında beyaz tenli şoför göremedim desem yalan olmaz. Alışverişlerde kasa önünde kuyruğa girdim önümde ardımda hep zenciler doluydu. Daha sonra bu şehrin AB ülkelerinde en kalabalık kent olduğunu ve bu kentte en fazla beyaz ırk harici insan yaşadığını öğrendim. 300'den fazla dilin konuşulduğu Londra'da zenciler, Hindular, Pakistanlılar en kalabalık halklar. Şimdi çöken demir perde ülkelerinden akın var buraya. Balkan ülkelerinden Romenler, Arnavutlar, Bulgarlar ve Bulgaristan Türkleri de buraya kazık çakmışlar. Dilini bilmediğim, örf ve âdetlerine alışık olmadığım Londra'da yavaş yavaş sıkılmaya başladım. Dokuz gün sonra o güzelim metronun aşırı takırtısından, soğuk tavırlı insanlardan ve İstanbul'a nazaran iklimi bana hayli soğuk gelen Londra'da bu saydıklarım istisna her şey güzeldi. Akşam karanlığında İstanbul Sabiha Gökçen Hava Alanı'ndan Avrupa yakasına geçerken Boğaz Köprüsü'nün iki yakasında ışıklandırılmış dalgalanan dev Türk bayraklarını görünce "Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca" türküsü aklıma geldi. Otobüs Avrupa tarafına geçtiğinde eve çok yaklaşmıştık ve benim yüzümde güller açarken, bu kez de her zaman yurtdışı dönüşlerimdeki duygularla "Oh be, İstanbul'da dünya varmış" demeden edemedim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI