1946 da Türk okullarının ve öğretmenlerinin ihtiyaçları için Eğitim Bakanlığı bütçesinden 60 milyon leva tahsis edilmiş, belediyeler de imkanları nispetinde yardım etmiştir. Sosyal Politika Bakanlığı, Türklerin yaşadığı bölgelerde; yurt, pansiyon, okul yapımı için önemli kaynaklar temin etmiştir. Hükümet, önceki dönemde, el konulan okul binalarını Türklere iade etmiştir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraysa bu durum Türkler için yine aleyhte işlemeye başlamıştır. Bunu fırsat bilen Bulgar yöneticiler, Türklere ait okulların devletleştirilmesi propagandasını yürütmüşler ve Türklerin tüm fikri direnmelerine rağmen 1946-47 öğretim yılında Türk okullarının bir kısmı,1947-48 öğretim yılında da tamamı devletleştirilmiştir. Eğitim dili Türkçe idi ama kontrol devletin elindeydi ve sosyalist ideoloji içerikli eğitim politikası sürdürülmekteydi. Hükümet Türk azınlığı Türkiye'nin etkisinden uzaklaştırma ve kitapları komünistleştirme faaliyetlerini hızla sürdürmüştür. Bu dönem bu koşullar altında okul sayısı, eğitim araç gereçleri mevcudu, çocukların okula sevk edilmesi, muhtaç ailelere eğitim desteği gibi durumlarda artış olmuştur. Bununla beraber öğretmen ihtiyacı doğmuş; hükümet lise mezunu ve en az beş yıllık tecrübesi olan Türk öğretmenlerine kadrolu öğretmenlik hakkı vermiştir. Beş yılık tecrübesi olan ama lise mezunu olmayanlara da teorik ve pratik sınav aşamalarından sonra bu hak tanınmıştır. Bu kadrolarla sosyalizmi, komünizmi yayacağına güvenemeyen hükümet, sosyalist ve komünist ruha sahip öğretmen yetiştirmek maksadıyla,1947-48 öğretim yılında, Stara Zagora'da dört yıllık bir öğretmen okulu açmıştır. Bakanlar kurulu, 1947 de Türk gençlerinin yüksek öğretim kurumlarına sınavsız alınmasını kararlaştırarak, yüksek tahsilli öğretmen ihtiyacının temini için tedbir getirmiştir. Ayrıca Şumnu Bulgar Yüksek Öğretmen Enstitüsünde Türk ortaokul öğretmeni yetiştirmek için özel bölüm açılmıştır.1950-51 büyük göçünden sonra, geride kalanlardan mesleki bilgileri kısıtlı öğretmenleri yetiştirmek için konferans, kurs ve toplantılar düzenlenmiştir. Ülke çapında Metodoloji odası kurulmuştur. Pedagoji odalarında öğretmenlere kurs verilmiştir. Komünist terbiyenin verilmesi için Türkçe kitaplar hazırlatılmıştır. 1951 de Türk okullarına tecrübeli Bulgar öğretmenlerin atanması için hükümet kararı çıkartılmıştır. Bu kararla göreve başlayan Bulgar öğretmenler Bulgar milliyetçiliğini Türk öğrencilere yaymaya çalışmışlardır. Aynı yıl, Kırcaali ve Razgrat'ta ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere, üç yıllık Türk öğretmen okulu açılmıştır. 1952 de Sofya'da yeni bir Türk öğretmen okulu ve Sofya Üniversitesinin çeşitli bölümlerinde Türk gençlerinden lise öğretmenleri yetiştirmek üzere özel Türk bölümleri açılmıştır. Ancak; Hükümet, ''Türklük Bilinçlenmesi ' olacağı hakkında endişelere kapılmış ve tüm eğitim girişimleri baltalanmıştır. Türklere karşı ırkçı bir politika izleyen Todor Jivkov'un fikirleri harekete geçirilmiş, 1958 de Politbüro oturumu yapılmış ve Merkez Komitesinin genel oturumunda Türk okullarının Bulgar Okullarıyla birleştirilmesi kararı alınmış ve 1960 da tüm Türk okullarının dil ve öğretmen olarak Bulgarlaştırılması sonucuna varan ırkçı hareket başlamıştır.
Tüm bu gelişmeleri her Türk ve her Bulgar kendisine göre değerlendirebilir, yorumlayabilir. Çünkü her insanın bakış açısı farklıdır. Ama bakış açısı ne kadar farklı olursa olsun ve buna bağlı olarak ne kadar değişik yorum yapılırsa yapılsın; Türk insanının, Bulgar yönetimi ve hükümranlığı altında, evlatlarına gönlünce ve huzur içinde ve en önemlisi faydalı, hayırlı bir eğitim verdiremediği, veremediği gerçeği karşımıza çıkmaktadır.
Bulgar Hükümeti demokrat, sosyalist, komünist, milliyetçi, ırkçı olmuş ama bu gerçek Bulgaristan yasalarının kaderine terk edilmiş Türk insanları için hep geçerli olmuştur. Bazen Hükümet Türklere iyi bir şeyler veriyor gibi görünmüş olsa da, aslında bunlar 'öküz gelecek yerden kaz esirgenmez!'' sözüne uyan bir beklentiyle (oy istemek, destek istemek, sorun çıkartılmamasını sağlamak, dünya kamuoyuna karşı adaletli görünmek, dünya kamuoyuna karşı her şeyin süt liman olduğunu, her şeyin bal kaymak olduğunu göstermeye çalışmak...) olmuştur.
Kısacası Türkler sürekli bir bedel ödemek zorunda kalmışlardır. Üstelik ülkenin, Bulgaristan'ın huzuru, barışı, refahı, mutluluğu aleyhinde en ufak bir çabaları olmamıştır, tam tersi bu saydıklarımın lehinde Türkler iyi niyetle, sevgiyle, barış niyetleriyle yaklaşmışlardır hep. Bir sonraki yazımda dil, edebiyat, sanat, basın, örf, adet ve geleneklerden, bunların aşamalarından bahsedeceğim. Elimdeki kaynak Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığı'nın Basım evinde basılan birkaç kitabıdır. (Tarihte Türk Bulgar İlişkileri-2004) kitabı bunlardan sadece bir tanesidir.
Bunları yazarken din, iman, Müslümanlık, İslam, Hıristiyanlık aleyhinde; Müftülerimizi, imamlarımızı, din adamlarımızı, müezzinlerimizi gücendirecek, onları üzecek bir tutum içerisinde bulunduğum sanılmasın sakın. Aksine o insanlara çok şey borçlu da olabiliriz. Türk insanının boynuna, ruhuna, kalbine, vicdanına pranga, zincir vurulmak istenilen karanlık dönemlerde o insanlarımız en azından bu prangaların, bu zincirlerin birkaç halkasını, baklasını bilimle veya imanla kırmaya çalışmışlardır ve bunda da başarılı olmuşlardır. Ama komünist veya ırkçı, milliyetçi Bulgarlara alet olan, onların politikalarına maşa olan din adamlarımız da bu durumlara isteyerek, bilerek değil, bilinçsizce, farkında olmadan düşmüş olabilirler.
Hissedebiliyorum. Bir vakit orası öz yurt idi. Sonra yabanın boyunduruğu altında gurbet gibi, hatta mahpushane gibi oldu. O şartlarda; kültürü, dini, dili, tarihi, geleneği, töresi, ahlaki anlayışı, vicdanı, umudu, hayali aynı olan insanlar kendi öz evlatlarına veya en yakın komşularına, kardeşlerine kötülük niyetiyle yanlışlık yapmazlar.
Haftaya devam edeceğiz:
Sevgi, hürmet sunuyorum.